Uzun bir turdaydık. Yayınevimizin bu yıl gündeme koyduğu yazarlarımız okuyucuyla buluşuyor, etkinliği nedeniyle beş aya yakın süre dolaştık. Edirne’den Adıyaman’a dek gezdik. Söyleşiler yaptık, kitaplar imzaladık, dostlarla buluştuk…
Bu yıl buluşmalarımızı Bolu’da noktaladık. Yayınevimizi bu yıl öne çıkartan kuşkusuz Özgür Eğmir arkadaşımızdı. Sıcakkanlı, içten, sevecenliğiyle tüm kapılar açılmıştı önümüzde. Bolu’dan sonra Düzce, Zonguldak, Ereğli’ye de uğrayıp yayınevimizin temsilcileriyle görüşecektik. Ereğli’ye uğrayınca damar Gazetesi’nin kurucusu Necati Günay’ı görmeden olmazdı. Telefon ettim. Gelin parkta buluşalım, dedi. Bir yıllık özlemimizi giderdik. Seçim atmosferinden, basından, havalardan, 2011’de yapılacak Ereğli Şenliklerinden konuştuk.
Öğle vaktiydi. Haydi bir şeyler yiyelim, diyerek bizi Uzun Çarşı’daki Şahinler Lokantası’na götürdü. Bu küçük, şirin mekan Eğitimci Dede olarak bilinen İbrahim İzmirlioğlu’nun dükkanının karşısındaydı. Eğitimci Dede, nalburiye işi yaparak, eğitime katkı koyan şimdiye dek sekiz dokuz okul yaptıran bir güzel insan. Lokantayı işleten Ömer Güler, İzmir’den geldiğimi öğrenince daha bir ısındı. Ömer dostumuzla İzmir üzerine söyleştik.
Önce az çorba istedik. Arkasından döner geldi. Ömer usta, işi bilen biriydi. Çorba da lezzetliydi. Hele döner, kıymadan değil, etten yapılmış, yaprak dönerdi. Lezzetini çok iyi tutturmuştu. Önce az döner istedim. Arkasından az daha istedim. Öğleleri pek yemekle aram yoktur. Necati abi, bu tadı büyük şehirlerde bulamazsınız, derken bir gerçeği de vurguluyordu.
Yemekten sonra çaylar geliyor. Konuşmamız öyle uzuyor ki çayların arka arkaya geldiğinin ayrımında değiliz. Ömer bey, haydi birer de kahve için, diyerek kahveleri masamıza bırakıyor. Kahvelerden sonra kalkıyoruz. Çünkü yapılacak işimiz çok. Necati abiyle, yol almak gerçekten çok zor. Az çok da kendime benzetiyorum. Ben de yolda gezerken çok tanıdığım çıkar, özellikle de öğrencilerim. Başkan diyen bir derdini, sorununu anlatıyor. Kimseye tamam, deyip geçmiyor. Anlatıyor, açıklıyor, gerekirse görüşelim, diyor…
Bu yayınlarının temsilcisine gidiyoruz. Bir tanışma konuşması oluyor. Arkasından okulların yaptığı kermeslerin olduğu yere gidiyoruz. Katkım olsun, diye bir şeyler alıyorum. Bunların içinde iki kutu da çilek var. Çilekler nedense pembe rengini atamamış. Alışageldiğimiz kırmızı renk pek görülmüyor. Yediğimizde tadının da pek iç açıcı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Havalar her yerde çok serin geçti. Yağış bitmek nedir bilmedi. Çilekler de tam olarak gelişemedi, tadına ulaşamadı…
Parkta da birer çay içtik. Damar Gazetesi’nin 11. yılını geziler nedeniyle kutlayamamıştım. Ağızdan kutladım. Kalsak daha kalabiliriz. Yolcu yolunda gerek, daha Zonguldak’a uğrayacağız. Yola koyuluyoruz…
Karadeniz’in yollarında giderken yemyeşil bitki örtüsü Özgür’ü şaşırtıyor. İlk kez geliyormuş. Yeşilin tonları gözlerimize nasıl da masaj yapıyor. İnce yağmur arabanın camında ufak noktalarla belirginleşiyor. Ağaçlar el sallar gibi, gülümseyen bir çehreyle bize bakıyorlar. Biz de hayranlıkla onlara bakıyoruz.
Necati abiyi düşünüyorum. İlçede gazetecilik aşkıyla bir şeyler yapmaya çalışıyor. İnsanları kucaklaması, onlara kol kanat germesi çoğu yerde olmaz, olamaz. Küçük yerlerde gazeteciliğin ne denli zor bir iş olduğunu az çok bilenlerdenim. Maddi kazançtan çok dost kazanma sevdasında, ben gazete çıkartıyorum, diyerek kasım kasım kasılanlardan da değil. Necati Günay’ı da farklı kılan o özelliği bence.
Bir günde üç yerleşim yerine uğrayıp dördüncüsüne doğru yol alıyoruz. Bartın’a giderken biz yine aşina olduğumuz renkler eşlik ediyor. Havada ince bir yağmur, arabanın müzik setinde havaya uygun türküler, Özgür, burası çok farklıymış, derken bir gerçeği de yansıtıyor. Arada sırada buralara gelelim, insan yorulurken bile dinleniyor. Ağaçların güzelliği yetiyor, diyor. Çaycuma’ya gelmişiz bile, yolumuzun çoğu bitmiş, az sonra Bartın…