İnsanlığın en derin korkularından biri varoluşsal korkular. Bu korkular, yalnızca bedensel ölümle ilgili değil; hayatın anlamını kaybetme, amaçsızlık ve yalnızlık gibi daha soyut endişelerden doğar. Ünlü varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, varoluşsal korkuların temelini insanın “özgürlüğüyle ne yapacağını bilememesi” gerçeğine bağlar. Sartre’ın çarpıcı ifadesiyle, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” Bu paradoksal özgürlük, bireyin ruhunda derin bir kaygı ve anlamsızlık hissi yaratabilir. Çünkü insan, elindeki hayatla ne yapacağını bilememektedir.
Bu sözüm ona özgürlüğün ağırlığı, bizi aşırı uçlara getiriyor; orada ne yapacağımızı bilemiyoruz. Sartre’ın felsefesi, hayatın anlamının insan tarafından yaratıldığını savunur; ancak bu özgürlüğün yükü altında, birçok insan kaybolmuş hissediyor. Kendi anlamımızı yaratma zorunluluğu, kimilerimiz için sınırsız bir özgürlük, kimilerimiz içinse dayanılmaz bir yük haline gelmiş gibi görünüyor.
Stanford Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar, varoluşsal korkuların, insan davranışını nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Bu araştırmalar, birçok insanın ölüm korkusuyla yüzleşmekten kaçınmak için kendini sürekli meşgul ettiğini gösteriyor. Tüketimle veya aşırı çalışma ile dolup taşan yaşamlar, aslında insanın kendi içsel boşluğuyla yüzleşmesini ertelemeye yönelik çaresiz bir çaba olabilir.
Sürekli alışveriş yapan, kariyer basamaklarını koşar adım tırmanan veya sosyal medyada varlık göstermek için çırpınan insanları düşünün… Birçoğu, belki de hayatın gerçek anlamından uzaklaşarak varoluşsal korkularını bastırmaya çalışıyor. Ancak bu kaçış, yalnızca geçici bir rahatlama sunuyor; çünkü er ya da geç, sessizlik onları yakaladığında ya da gecenin derinliklerine kazara inmek zorunda kaldıklarında, hayatın şu cevap bekleyen soruları tekrar ortaya çıkacak: “Bu kadar çaba neden?” “Gerçekten de değdi mi?” “Ölümden sonra ne var?”
Varoluşsal korkular, bizi sürekli olarak anlam arayışına itiyor, istesekte istemesekte bu yolculuğa çıkmak için bizi zorluyor. Bu arayış, bazen kendimizi daha fazla kaybetmemize de yol açabilir. Hayatın anlamının ne olduğunu bilmiyorsak, neyin peşinde olduğumuzu da bilemeyiz. Ancak bu korkunun içinde, kendimizi bulmak için bir fırsat da var. Korkunun sunduğu belirsizlik, aynı zamanda sınırsız bir yaratıcılık alanı da açıyor.
Varoluşsal korkularla cesaretle yüzleşmek, belki de yaşamın en büyük meydan okumalarından biri. Ama bu meydan okuma, aynı zamanda en büyük ödülü de beraberinde getirecek: Kendini tanıma ve kendi hayatının anlamını yaratma gücü. Kaçmak, geçici bir çözüm olabilir, ama yüzleşmek kaçınılmaz. Varoluşsal korkularımızla yüzleşmek, bizi daha güçlü, daha derin ve daha anlamlı bir yaşamın kapısına bırakacak. Bizler de o kapıyı çalmak zorunda kalacağız. Korkunun kökenine inmek ve orada kendimizi aramak, belki de insan olmanın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini de öğrenmemizi sağlayacak.
Belki de asıl korkmamız gereken şey, ölüm veya yalnızlık değil, hayatın anlamını bulamadan yaşamın bizi eritmesini izlemektir. Korkunun içindeki fırsatları görüp, bu duygunun bizi dönüştürmesine izin vermeli… İşte gerçek cesaret bu! Sartre’ın dediği gibi, özgürlüğe mahkûmuz; ancak bu özgürlüğün altında yatan potansiyel, belki de bize verilecek en büyük ödüldür.
Korku, bizi özgürlüğe çağırıyor, kendimizden özgür olmaya, kendi doğamızı mercek altına almaya ve gerçek potansiyelimize ulaşma olasılığının bile harekete geçmeye değer olduğu bilincine doğru yola çıkmaya. Doğa bizi kendi enstrümanlarını kullanarak çağırıyor; bazen bir resimle, bazen bir sitemle, bazen içimizi görüyormuş gibi gözlerimize düşen anlamlı bir bakışla, bazen biz nefretimizi kustuğumuz halde bizi sarmaya hazır bir kucakla, bazen derin bir sessizlik ve bitmek bilmeyen bir huzurla! Ama en önemlisi de hepimizin çok ama çok acıktığı gerçek ve koşulsuz sevgiyle…