Sis ağır ağır iniyor yeryüzüne, her şeyi gri örtüsüyle  sarıp, sarmalıyor .Koyu gagalı kuş sisin gövdesini gagalıyor, açılmış  kanatları  boşluğun rengine dönüşüyor .Bir kaç  meyve sisin gözleri gibi parıldıyor dalların ucunda . Her şey leke gibi sisin   o suskun renginde kayboluyor,  içine kapanarak.
Uzun süredir uzaklığını içimde hissettiğim dostu görmek için yürüyorum. Doğa kıymeti bilinmemiş ,hırpalanmış ve ruhu acıtılmış dost. Her şeyi kuşatan sisin içine dalarak, sarmış yaprakların uçlarına dokunarak, vadiye doğru   sisi  savuran rüzgârı tenimde  duyarak boşluğun çağrısına gidiyorum .Dağların üzerinden tül gibi aşağı inen sis, çocukluğuma dair bilincimi, duygularımı yeniden canlandırıyor.
Tepelerin, ağaçların uçlarına vuran güneş; bir kaç dakika sonra içime ardından ormana ulaşıyor. Güneşin sıcak elleri sisi dağıtıp sonbaharın parlak renklerinden yansıyarak büyüleyici masallar anlatıyor . Patika yoldan yürüyerek sisin  henüz dağılmadığı vadiye doğru iniyorum . Yosunların kokusunu içime çekip, soluk mavi gökyüzünün gülüşünün zerreciklerine sarılıyorum, dokunuşların sihriyle savruluyorum.
Ölümün ve yaÅŸamın sessiz senfonisi. Ve daÄŸ kuÅŸları. Ayak izleri , KesilmiÅŸÂ kayaların kalp atışları. Evrende bir kaynaÅŸma yükseliyor. Toprak ve her ÅŸey uzun süre terk edilmiÅŸ bir dostun bekleyiÅŸini içinde taşıyan sıcak karşılaÅŸma gibi tanıdık geliyor. Bu tanıklık binlerce yıldır sürüyor ;” DaÄŸlarda bazı nesnelerin sihri olduÄŸuna inanıyorum ve bir baÅŸkasına anlatıldığında bu sihrin bozulacağını da iyi biliyorum. Kim söylemiÅŸti hatırlayamıyorum; kiÅŸi doÄŸanın ona sunduÄŸu gizleri kendisinde saklamayı baÅŸarırsa, doÄŸa ona daha çoÄŸunu bahÅŸedermiÅŸ; yeter ki, sırlarını kendinde tutmayı bilsin… “diyordu o hakikat yolcusu; emanettir  sözleri.
Yeniden sisin o kalın tortusu sarıyor  evreni, güneÅŸ çekiliyor  ölü yaprakların kalbine. Her  şeyin silikleÅŸtiÄŸi, bilincini yitirdiÄŸi anda, sisin hükmüyle  ürperiyor, boÅŸluÄŸun kalın sesiyle sarsılıyor. Yol  siliniyor coÄŸrafyanın belleÄŸinden ve geçici bir hafıza kaybı kuÅŸatıyor her ÅŸeyi  .Bütün yönler  koyu bir lekesizlikte bilincinde  siliniyor . “Ötesi yok insan bu kadar öteki iken” demesi gibi dağılıyor sisin ortasında.
Görünmeyen her şeyin hafızada ki o abartılmış sessizliği ,sözcüklerin başka sözcükle bir araya gelip oluşturamadığı kayıp anlamlar. Gizli varlıklar ve biçimlerin o dağılmış gövdelerinin suskunluğu. Çocukluk şarkılarımıza eşlik eden ağaçlar  son bir kaç yaprağıyla suluboya çizgileri gibi siste belirginleşiyor. Işığın arka taraftaki dağınık nefessizliğine ani siyah bir fırça darbesi gibi iniyor  ağaç dalları. O sert yapraklar toprağın yüzüne sözcükler gibi dağılıyor ‘’doğanın sözlü kültürü bu ‘’diyorum.
Sis ve yol ikilisinin buluşmasının bize anlattığı kayıp çocukluk dili, zamanın koyu dehlizlerinden geçerken, ötesini bilememe ,kavrayamama tedirginliğine  dönüşüyor. Sis bir üst kimlik gibi bütün farklılıkları örten bir biçimle kuşatıyor her şeyi. Varolan gerçek kimliğine sis kalkınca ulaşıyor. Her şey böyledir çoğu zaman ; sisiyle gelir gövdeyi sarar ve belirsizlik yaratır; sonra dağılır gider zamanın tozu gibi.
Şafağın  tülleri inince yeryüzüne, güneş ışınları eritince sisin hücrelerini ,her şeyin o koyu bilinci açılır. Şölen başlar. Düşen ses heceye, heceler ışık demetleri gibi sözcüklerin renklerine dönüşür. Artık aydınlık cümlelerdir evren . Işık  kokar. Sis dağılır. Göz göze değer.
Servet Üstün Akbaba