Sade Bir Süvari*

Hatay’ın anavatana katılış günü bugün.
Tarihçesini, tarihçilere bırakarak ilimize özgü bu milli bayramın bizim dönem kutlamalarını anlatmak isterim: Okulların yaz tatiline denk geldiği için sokakta ip atlayıp, top peşinde koşarken bizleri yakalayan öğretmenlerimiz, haberleşmenin sadece mektup veya telgrafla yapılabildiği bir dönem olduğundan “Duyanlar, duymayanlara haber etsin” misali kutlamalar için toplanmamızı isterlerdi.
Bizler de büyük bir sevinç ve sorumluluk duygusuyla 23 Temmuz sabahının ilk ışıklarıyla başka bir hazırlık yapamayacağımız için siyah önlüklerimizi giyer, akşamdan kolaladığımız beyaz manşetleri ve yakamızı takar, okulumuzun bahçesinde toplanırdık. Bayrak ve okul flamasını kuşandıktan sonra öğretmenlerimizle Osmanlı döneminde doğmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk akım heykeltraşlarından Hüseyin Anka Özkan’ın 1963 yılında yaptığı Atatürk anıtına giderdik.
Her daim en sevdiğim anıttır.
Kutlu olsun bayramımız!

Şehirlere bakanlık görevi verilseydi, Milli Eğitim, Adalet veya Kültür Bakanlığı’nın herhangi biri Hatay’a verilirdi muhakkak.
Neden mi?
Hataylı’nın eğitime verdiği önem ve kadim coğrafyadan kaynaklı çok kültürlülüğün doğuştan gelen hoşgörüsünden.
Biz Hataylı çocuklar, oyuncakla değil büyüklerimizin hak dolu masallarıyla ödüllendirilerek büyütüldük. Gökten üç elma düşer; iyiler kazanır, kötüler saray mutfaklarında ömür boyu soğan soymakla cezalandırılır. Sonuç adilane olunca da bizlere mutlulukla el çırpmak düşerdi.

Ülkemize yabancılaştırıldığımız hatta ve hatta doğup büyüdüğümüz şehre bile sadece aşinalığımızın kaldığı aşikar.
Şükür ki nereye gidersek gidelim bizimle gelen çocukluğumuz var.
İyi ki bu şehirde doğmuşum.
İyi ki bu şehrin sokaklarında birdirbir ve yakan top oynamış, dokuz taşı devirmişim.
İyi ki bisikletimin pedalını bu şehirde çevirmiş, iyi günde-kötü günde gitmeye çalıştığım, bazen sevinç bazen hüzün kokan merkez ilçe Antakyalı’yım.
Kötü günde gittim mi kesin mızıkçılık yapar bana. İp atlamaz, yakan top oynamaz hatta bisikletle sokaklarında bir tur atmama bile izin vermez.
Bir sonraki buluşmamızda barışırız muhakkak!

Sıcak Hatay gecelerinde el-ayak çekilip, uyku rehavetine çöktüğümüz zamanlarda huzurlu, bahçeli küçük evlerimizin aşırı sıcaktan açık olan kapı ve pencerelerinden rüzgarla gelip içeri sızan, bizi mutlu eden, düğün ritimleri olurdu.
İçi hep üşüyen, yüreğini ısıtmaktan aciz, hayatın nimetlerini bilmeyen insanların dünyasına da bu yüzden uzağız biz!

Üzerine sinmiş baharat ve tütsü kokusu, jeopolitik konumundan kaynaklı olarak arada bir barut kokusuna dönüştürülmek istense de defne kokusu hep galip gelen nadide Hatay!

Güneyin en güneyindeki sarı sıcak havası, hangi dilde konuşursa konuşsun şivesi ile kendini ele veren, bazen Arapça düşünüp Türkçe cümle kurduğu için yepyeni lügat oluşturan Hataylı!

Hızlanan, değişen ve bahanelerle yüklenen hayatın içinde kısa duraklamalar yapmak lazım. O kısa duraklamalarda -kalbe giden yol diyerek- ev halkına, çok vakit ayırmak gereken Hatay usulü sofralar kurarım bazen. Lübnan, Suriye, Adana ve Mersin mutfağından çıkıp bizim tencerede harmanlanan tarifler hep mi lezzetli olur!

Hatay’dan bedensel anlamda kilo almadan dönmek, uçaktaki ek bagaj hakkına rağmen limiti aşmamak marifettir.
Kahveyi süvari içmemek, kebabı acılı, künefeyi de günün her saati yememek, boğma rakıyı, tekel rakısına seçmemek ayıptır.

Hataylı bir arkadaşı, komşusu veya hısım akrabası olmalı her insanın” diyorlar Ekşi Sözlük’te.
Ben demiyorum, onlar diyor!
Ve de daha neler neler diyor!

*Süvari: İnce belli çay bardağıyla servis edilen, bolca kaynatılmış, şekerli de olsa acı kahve.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir