ŞİİR; İNSANLIK TARİHİNİN EN ETKİLEYİCİ DİLİ
Ali Ekber Ataş, yıllardır üzerinde çalıştığı “Doğumunun 100. Yılında Enver Gökçe’ye Armağan” kitabının tanıtımıyla seslerimiz yüreklerimize dokundu. Güzel işlere yüreğimi, elimi dokundurabilirsem mutlu olurum. Kitabın oluşum hikâyesi dikkatimi çekmişti. Ben de ufak bir katkıda bulunabilir miyim diye tereddüt etmeden Ali Ekber Ataş dostuma yazdım ve yerelden ulusala açılan pencere ile kitabının tanıtım yazısını uzun süredir yazdığım gazetede yayımladım. Bugünkü söyleşimiz aracılığı ile ben, merak ettiklerimi soracağım. Benimle birlikte Antakya’daki edebiyatsever dostlarımız şair-yazar Ali Ekber Ataş dostumuzu biraz daha yakından tanıyacak…
Nebih Nafile
-
Antakya’ya gelmeyen öz geçmişinde bir eksiklik hisseder. Bir evinizin olduğunu hatırlatarak, Antakya öncesindeki yaşamınızın özünü bizimle paylaşırsanız mutlu olurum.
-
Öncelikle sevgili Antakyalı dostlara buradan saygı, sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Hatay’ı, bende anlamlı kılan yanı elbet ki birçok uygarlığa yurtluk etmiş olmasıyla sınırlı değil. Aynı zamanda, 17. Türk Devleti olarak 2 Eylül 1938’de, tarihteki yerine alması ve 29 Haziran 1939’da Atatürk’ün ölümünden 7 ay 20 gün sonra “OY BİRLİĞİ” ile Türkiye’ye katılan bir devletin BAŞKENTİ Antakya olmasıyla da çok farklı ve etnik çeşitliliğindeki renkli çağrışımları ve anlamlarıyla bendeki yeri ayrıdır.
Evet. Ben kendi adıma böyle bir eksikliği duyumsuyorum. Bunu giderecek bir zamanı da iple çektiğimi söylemliyim.
Yaşamım, dört il arasında göç yollarına dönüşmesi, bu dört il arasında süren göçebe bir hayatın özeti sayılabilir. Erzincan, Muğla, Çanakkale ve İstanbul. Arada bir yıllık zorunlu bir göçü Malatya’ya giderek yaşadım.
1961 yılında Erzincan’ın Keleriç (Karakaya) köyünde doğdum. İlk göçümü, doğduğum ve çocukluğumun geçtiği ilk beş yılın ardından Keleriç’ten amcamın yaşadığı bir ova köyü Altınbaşak’a giderek yaşadım. İkinci göçüm Şubat 1977’den Muğla’nın Yatağan ilçesine oldu. Geri dönüşü olmayan bir göçtü bu. Derin etkileri, büyük acısını, bundan sonraki tüm yaşamımda duyumsatacak bir göç. Üçüncü göçümü, 1983 yılının mayısında İstanbul’a gelişimle yaşadım. Bu arada geçici bir yıllık göçü de 1994 yılında Malatya’nın Akçadağ Kozluca Ahmet Yesevi Lisesi’ne atamam yapıldığında yaşadım. Yani anlayacağınız, göç olgusu benim yaşamımın bir parçasına dönüştü.
-
“Doğumunun 100. Yılında Enver Gökçe’ye Armağan” kitabınızın oluşum hikâyesi beni etkilemişti. Bazen bir söz, bir kitap, bir türkü çok şeyi değiştirir. Ağabeyinizin kitaplığında görüp okuduğunuz kitaplardan sonra şairinin peşine düşüren hikâyeyi Antakya’daki okurlarınız için paylaşmanız mümkün mü?
-
Göçler yaşamımın vazgeçilmez olgusu. Annemi çok genç yaşında (38 yaşında 1975) kaybettik. Evimizin geçim kaynağı abimlerdi. Köyümüzde bize ait tarlamız da yoktu. Maraba olarak başkasının tarlasını ekip biçmekle de ne uzalıyordu insan ne kısalıyordu. Yatağan’da (Muğla) çalışıyorlardı abimler. 1977 yılının bir şubat günü, evimizi kamyona, biz de; babam, anne yadigârı yeğenim, yengem, iki kız kardeşim, benim bir büyüğüm ağabeyim ve ben bir minibüse doluşup ver elini Muğla dedik…
Evet. Şiir meraklısı, yeni yetme bir genç olarak, işçi abimin kitaplığındaki iki kitap dikkatimi çekmişti. İkisi de Enver Gökçe’nin. “Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer” ile “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitaplarıydı. Şunun altını kalınca çizmek isterim: İyi bir “yazar okur” (okur yazar değil) olmamı babama borçluyum. Babamlı yaşadığım 51 yıllık hayatımda, aklım kesti keseli, babamın elinden kitabın düşmediğini, deftersiz gezmediğini ve elinin kalemsiz kalmadığına tanık oldum. Bu, çocuk için önemli bir göstergedir, onun gelecekteki yaşamı adına. Babam, yedi çocuğuna ayrı ayrı karakter verdi. Bütün çocuklarından tek şey istedi: Dürüst olmak, yalan söylememek, ezene karşın ezilenin yanında yer almak. İşte, beni Enver Gökçe’ye götüren anahtar babamın bu ilkesi oldu. “Dost Dost İlle Kavga ve Rubailer” ile “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitaplarında anlatılan hayat, babamın bize öğrettikleriydi. Zira, karşımda; dürüst, namuslu, yalan söylemeyen, ezene karşılık ezilenden yana bir şair duruyordu. Bu şair, beni tanımadan, bizim, hepimizin olan o sömürülen, horlanan, aşağılanan, yeri geldi coplarla yerle bir edilen insanların hayatını anlatıyordu. Zaten ailemizin, işçi sınıfından iki emekçisi abim vardı önümde örnek aldığım. Bu örneklerden karşıt bir örnek çıkmazdı doğal olarak. Eşyanın tabiatının gereği, bizim hayatımız diyalektik düşüncenin ışıkları altında gelişip bugünlere geldi.
İki abim; en büyüğümüz Yüksel ve bir küçüğü Muzaffer, sendikacıydı. DİSK’in Yatağan Kömür İşletmeleri Dev-Maden-Sen’in yöneticileriydiler. Bu kitaplar bana, toplumsal bilincimin öğretmenleri sendikalı abimlerle yürümemi sağladı. Abimlerle yine, 1978 yılında Disk’in İzmir’deki o büyük direniş, Tariş Mitinginin heyecanını yaşadım. 44 yıl önce başlayan bu maceranın hayatıma kattığı çok şeyler oldu. Bir gönül borcum vardı, ödemem gerekliydi. Bu, “Doğumunun 100. Yılında Enver Gökçe’ye Armağan” adıyla bir kitaba dönüştü. Bunu yapma şansı da bana düştü diyelim; dostların imceleriyle…
-
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Ana Sanat Dalı Bölümü mezunusunuz. Neden şiir? Resim sanatının şiirlerinizi beslediğini söyleyebilir miyiz?
-
Bu sorunuza vereceğim şu yanıtım, biraz da kendimi avutmanın bir başka yolu. Neden şiir? İnsanlık tarihinin en etkileyici dili olduğu için. Tarihimizin üçüncü bin yılını yaşadığımız çağımızda bile, ortaya çıkarılan bütün eserlere bir bakın. Görkemine ulaşmak imkânsız yapılar, tapınaklar, köprüler, caddeler, mezarlar… Hepsinin karşısında büyüleniyor insan. Dili tutulup, eli ayağı titriyor. Devasa yapısı, görkemiyle Mısır Pramitlerini düşünelim. Rodos Heykelini, İskendireye Kütüphanesini, Roma Cimnazyumlarını, Zeus Tapınağını, Bergama Sunağı’nı… Hepsi de zamanın hızı, doğanın acımasızlığı ve yıkıcılığı karşısında yok olup gidiyorlar. Ne var ki, sanatların içinde direncini her zaman yenileyen şiir oluyor. İlk yazıldığında da son yazıldığında da. Meselenin bir yönünde böylesi bir tarihsel gerçeklik var.
İkinci bir yönü de resimle ilgili olanı. Resim benim yerleşikliğim. Göçebelikten kurtulup yerleşik bir hayatın varlığını duyumsatan benimle büyüyen, küçülen, yaşayan bir şey. Elim, ayağım, gözüm, kulağım, dilim gibi. Renklerin uçuculuğu yok. Onu bir yere koyduğunda orada durur, gitmez, vefalıdır, sana bağlıdır. Şiiri öyle mi ya! Onda bir başkalık vardır. Hiçbir sanat dalında olmayan. Birden bire ortaya çıkıp, aniden yok olabilen bir gücü var. Sürekli peşinde koşmak zorundasın. Yakaladın yakaladın. Yoksa geçmiş olsun… Daha basit dersem: Resim kökleriyle toprağa ve doğaya bağlılığını çiçekleri ve meyveleriyle gösteren ağaç gibidir bende. Şiirse, bu ağacın dalına konmuş, sesiyle seni büyüleyen, rengiyle etkileyen, melodisiyle seni senden alıp götüren biraz sonra uçup gidecek olan bir kuş. Şiir kuşudur o. Ben o kuşu uçurursam, şiir denen bir şey kalmaz dünyamda. Onun için, hep dalıma konacak o şiir kuşunu beklerim. Geldiğinde durup onu dinlerim. Söylediklerini not eder, türküsünü bana söyleyip, geldiği gibi pırrr…
-
Mikrofonun gizemli heyecanını yaşayan biri olarak farklı radyolarda program yaptığınızı biliyorum. 16 yıldır o heyecanı ben de yaşıyorum. Radyo programlarınız hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Tekrar, sesinizi yüreğimize ne zaman aktaracaksınız?
-
Radyo tutkusu bende şiire bağlandığım kadar derin ve hiç yok olmayan bir duygunun kendisidir. Benim çocukluğum, radyo dinlemekle geçti. Eskilerin demesiyle “Ajansları” dinlemek, “Arkası yarınları” dört gözle beklemek, “Radyo Piyesleri”ne bağlanmak, “Radyo Tiyatrosu”nu kaçırmamakla geçti. Hele Keloğla’nın masallarını, Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun Destanlarını radyodan dinlemek inanılmazdı bizim için. Balzak adını ben radyodan duydum. Vadideki Zambak romanını radyodan dinledim ilk.
Radyo programlarına ilkin Malatya’da başladım. 1994 yılında. Edebiyat öğretmeni bir arkadaşımla beraber Malatya Radyo Fon’da “Edebiyatımızdan Portreler” adıyla hazırlayıp haftada bir sunduğumuz programdı. Yaşayan edebiyatçılarımızdan Melih Cevdet’le başladık ilk. Sonra Oktay Akbal, Vedat Günyol, Salah Birsel gibi isimlerle devam ettik. Okullar kapanınca haliyle program da bitti. Dahası, aynı yıl, 1995 yılının temmuzunda tayin istedim ve İstanbul’a geldim. Benden sonra devam edip etmediğini bilmiyorum. İkinci çalıştığım radyo Cumhuriyet Radyo oldu. 1999 yılında “Orta Eğitim Güncesi” adıyla başladık programlarımıza. Aynı okulda birlikte iki yıl çalıştığım felsefe öğretmeni Bülent Kâhya ile hazırlayıp sunduk. İlk programımızı 1999 17 Ağustos depremi ve eğitime etkisi üzerine hazırlayıp sunmuştuk. Konuklardan biri, dönemin İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Ömer Balıbey’di. Diğerini anımsamıyorum. Daha sonra Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Başkanı İbrahim Betil ile sürdü programımız. Süleyman Saim Tekcan ile Güzel Sanatlar Liselerini konuşmuştuk. Sanırım son programımızı da bir felsefe öğretmeniyle “Liselerde Felsefe” konusunu tartışmıştık.
2001 yılıydı sanırım, İstanbul YÖN FM’de programa başladığımda. Burada fazla sürmedi programlar. İki ya da üç program sürdü. Aziz Nesin Türk insanını çok şık özetlemiş, “Türk insanı söylemez, söylenir” diye. Biz de ne zaman ciddi yapılan bir işe bu ülke insanı ilgi duydu ki? Bizim “Orta Öğretim Programı” iki ay devam etti. Birin de şair Adil İzci ile şiirimizi konuştuk, diğerinde Prof. Dr. Betül Çotuksöken ile “Liselerde Felsefe”yi. Ondan sonra da dinleyici sayısı az diye, sürdürmediler.
-
Ali Ekber Ataş çalışkan, verimli bir yazar, şiirleriniz oldukça başarılı. Bugüne dek kaç kitabınız yayınlandı?
-
Teşekkür ederim. Evet, bunda alçakgönüllülük etmeyeceğim. Ben çalışkan bir şair ve yazarım. Şu sıralar, günümün büyük bölümünü çalışmayla dolduruyorum. Önümde yazılmasını ve basılmayı bekleyen; dört şiir kitabı. “Deneme/aforzimalıyorum/anlatı”lardan oluşan bir, yazar ve şairlerden oluşan portreleri çalışması, “şairler mekânlar yazarlar”ın yer aldığı bir anılar kitabı. “Göklere Bakan Şair Metin Demirtaş’a Armağan”, “Acıyı Bilince Dönüştüren Usta: Muzaffer İlhan Erdost” biyografisi, “Aleviliğin Tarihi ve Tahrifatı” incelemesi ile “Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas Katliamları” incelemesi olmak üzere, toplam on bir kitap doğmayı bekliyor. Yayımlananlara gelince: Sekiz ve buçuk kitabım yayımlandı. Buçuk kitabım “Başöğretmen: Vecihi Timuroğlu”. Bir dönem üyesi olduğum Anadolu Eğitim Sendikası’nın “Başöğretmen Ödülü”nü verdiğimiz ve adına düzenlenen ödül töreninde yapılan konuşmalardan oluşan bir kitapçık. Ben ve sendika başkanı Cansel Güven ile hazırladık. Asıl kitaplarıma gelince:
“Vedat Günyol’a Armağan 100’e 5 Vardı” (Derleme/Anı), “Bilime Adanmış Yaşam: Prof. Dr. Sedat Katırcıoğlu” (Biyografi), “Promete’nin Işığında Bir Ömür: Vecihi Timuroğlu” (Monografi), “Düşler Yanarken” (şiir), “Tebeşir Kokulu Sözler” (Deneme/Portre/Çözümleme), “Nil Geçer Gözlerinden” (şiir), “Şairler de Yanar” (Şiir, İsmet Kemal Karadayı Birincilik Ödülü) ve “Doğumunun 100. Yılında Enver Gökçe’ye Armağan” (Derleme).
-
Uzun süre öğretmenlik yaptınız. Şimdi emeklilikte daha çok şiir, daha çok öykü gelir düşüncesindeyim. Başka plânlarınız var mı?
-
En büyük hayalim, dört mevsimi içeren bir belgeselde Enver Gökçe’yi anlatmak. Ayrıca, Orhan Karaveli’nin “Berlin’in Yalnız Kadınları” adlı kitabının belgeselini çekmek. Kısa sürede; Ahmet Kutsi Tecer, Enver Gökçe ve Asım Bezirci’ye adayacağım, bir yerde benim de yaşamöyküm ve şairliğimin de tarihi olacak “Bir Erzincan Destanı ABDAL IRMAĞI” adlı şiir kitabımı çıkarmak…
-
Söyleşimizde, deklanşöre özenle basılmış usta bir dostun çektiği fotoğrafları kullanıyoruz. Cumhuriyet gazetesi foto muhabiri Kaan Sağanak Bey’e katkısından dolayı teşekkür ediyorum. Keyifli bir söyleşi oldu, teşekkür ediyorum. İlk fırsatta bir arada olmak dileğim ile.
-
Edebiyatımızın, sanatımızın, türkülerimizin halk kaynağı yerel bir basınımızda yer almak, yaptığım çalışmaların halkımın, en güzel kentlerinden biri Hatay ve Antakya’da tanıtılıyor ve adımın anılıyor olmasının mutluluğu içindeyim. Böyle bir buluşmayı gerçekleştirdiğin için sağ ol. Şunu ısrarla belirteyim: Hatay’ı, Antakya’yı görmek ve hayatıma, oranın hayatına dahil bir anı biriktirmek. Hatay’la, Antakya’yla beni buluşturup tanıştırdığın için de teşekkür ediyorum.