Müsamaha

Şimdiki gençlerin bazen duyduğu, duyduğundaysa genellikle kulak arkası ettiği, çocuklarınsa yabancı bir dile ait olduğunu sandığı “müsamaha” kelimesi, bizim neslin hücrelerine nakış gibi işlenmiş olup sadece işlendiği zaman kullanılan ipin rengine göre değişiklik gösteren hoşgörü hareketidir.
Hoş görmek veya gençlerin tabiriyle alttan almak olarak tanımlanan “müsamaha” olsun bugünkü konumuz.
Ne güzeldir yanlış da olsa görmezden gelebilme, öğretme diliyle anlatabilme.
Dört yanlışın bir doğruyu götürdüğü çağdan, bir yanlışın dört doğruyu götürdüğü bir çağa evrilince, zaman makinasından ışınlanıp geldiğinizi sanıyorsunuz bazen.
Müsamaha göstermek meziyet değil, toplu yaşamda gerekliliktir aslında.
Unutmayın ki huzurun olduğu yerde mutluluk vardır!
Huzursa başınız dinç, yüreğiniz rahatsa gelir. Kimseyle çekişmeden, dingince…
Mevlana:
“Cömertlik ve yardım etmede akarsu,
Şefkat ve merhamette güneş,
Başkalarının kusurunu örtmede gece,
Hiddet ve asabiyette ölü,
Tevazu ve alçak gönüllükte toprak,
Hoş görülükte deniz gibi ol” demiş.
Ne büyük meziyettir olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olabilmek!
Ne büyük kayıptır geçmişe takılı kalmak, bugünü yaşayamamak!
Bugüne kadar Dünya çapında milyonlarca insanla buluşan, sufi dönüş teknikleri ile çağdaş dansı harmanlayıp, Dervısh In Progres’i (DIP) yaratan, dansçı ve koreograf Ziya Azazi’nin, Şebi-i Aruz dönemine denk gelen atölye çalışmasına yaptığı nazik davet ile çıkmıştım yola.
İnsanı kendi özüne götüren dönüş teknikleriyle, alışkın olduğumuz fiziksel ve ruhsal konumlamaların dışa vurumu sağlanıyor bu atölye çalışmalarında.
Farkındalık yaratıyor.
Müsamahayı öğretiyor.
Biraz Mevlana, biraz Şems, biraz Yunus Emre derken Samandağ’daki Hızır Aleyhisselam’la noktalanan ziyaretlerin arasına Hıristiyan dostlarımın Antakya’daki Noel kutlamalarına da yer açtım. Oldukça maneviyat dolu bu günlerin müsebbibi Ziya Azazi’ye teşekkürlerimi bu köşeden ayrıca gönderiyorum.
Yeryüzünün, ekolojik sebeplerden ısındıkça, insanların, türlü türlü ve tuhaf nedenlerle birbirinden soğuduğu bu dönemde iyi geldi maneviyat dolu ziyaretler.
Biz, kabesi insan olan bir felsefeye yüz süren dergahın mensubuyuz.
İyi gelmesi ondan!
Gereksiz detaylarla üzene, alınmamız da ondan!
Hz Musa’nın, Firavun’un zulmünden halkını koruduğu gün olarak kabul edilen ve Rumi Takvim’e göre yeni yılın başı anlamına gelen Ras-ıl Seni kutlaması da oldu arada.
Dini bayram gibi kutlanır bizim memlekette. Kurbanlar kesilir. 14 Ocak sabahı büyüklerin elleri öpülür, çocuklara “aydi” dediğimiz bayram harçlığı dağıtılır.
Çörek otlu hamur kızartması yapılır. Daha sonra Hz İsa’nın, Ürdün Nehri’nde ki Arap dilinde suya dalınan yer anlamına gelen El-Mağtas mevkiinde yapıldığı rivayet edilen vaftiz günü kutlandı.
Hangi inancın olursa olsun, paylaşım için, hoş görü için değerlidir böylesi günler. Bu vesilelerle siyasi krizlerin yarattığı duvarlar kalkar kanımca ve bir kaç saatliğine riyanın yani iki yüzlülüğün yeri olmaz.
Güzelleşir her şey.
Ama dediğim gibi sadece bir kaç saatliğine…
Sekiz yıl önce, aylar öncesinden programladığımız fakat son güne kadar “Acaba sokakları yeniden karışır da gidemez miyiz?” sorusunu gidene kadar kendi kendimize hep düşündüğümüz bir Lübnan seyahati yapmıştık.
Yıllarca haberlerde gördüğümüz sokakları arşınladık. Şarkıları ile büyüdüğümüz Fairuz’u yerel olan her mekanda, hatta kaldığımız Amerikan zinciri otelde, sürekli, sıkılmadan dinledik.
Tarlalarda büyürken çıtırdayan muz seslerini ayrıca dinledik.
Kuzeyde Tripoli, güneyde Saida’nın da güneyi olan İsrail sınırındaki Tyre’ye kadar gittik. Korniş denilen bölgeye bakarken Filistin ve İsrail halklarının tümüne yetecek kadar geniş ve güzel bir sahil gördük.
Oğlumla yaptığım bu turistik geziyi, ülkesi savaşa sürüklenmiş tüm çocukların yapabilmesini bir züğürt teselliyle usulca dilemiştim.
Dünyanın en cana yakın insanları ile dolu dolu geçen o bir hafta, hüznü-sevinci, varlığı-yokluğu bir arada barındıran, hoşgörü ülkesi, mahzun güzel Lübnan’ı yeniden doğurmuştu yüreğimde.
Kitapların yazıldığı, şarkıların doğduğu şehirleri görmek, hissetmek ne güzel!
Aklın iki hali var demişti babam.
Biri “mevhub” hali yani doğuştan gelen. Diğeri “meksud” hali yani öğrenerek, yaşayarak kazanılan.
Bilgi için hep merak etmek ne güzel!
Sonunda hayal kırıklığı da olsa hevesle yürünecek yolları aşmak ne güzel!
Her yeni güne gün katmak ne güzel!
Cenazede ağlayıp, düğünde gülebilmek ne güzel!
Arkanızdan su dökenlerin ve de dökeceklerinizin olması ne güzel!
Antakya’nın köprü başı rüzgarı sarsın sizi, bizi!
Bilenler bilir o rüzgarın ne kadar hoşgörü fısıldadığını!
Arada eğilip çocuksu sevinçler de fısıldasın kulağınıza!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir