2004 yılı BU YAYINEVİ GENÇLİK ROMANI ÖDÜLLERİ dağıtıldı. Bu Yayınevinin İzmir Bölge binasındaki kokteyline kalabalık bir kitle katıldı. Yazarlar, sanatçılar, kitap sevdalıları… Yüze yakın kişi ödül alanların sevincine ortak oldu.
Gece uzadıkça uzadı. Bu Kitapevinden ayrılırken saat 22’ye geliyordu. Bornova Öğretmen evinde buluşacaktık. Yarım saatte Bornova’ya ulaştık. Yayınevinin tüm yazarları buradaydı. Kokteylde menü zengindi. Ferda Büyükkoyuncu yine de “Bir şeyler atıştıralım.” dedi. Servisin kapandığı söylendi. Aşağıdaki kafeteryada birer çay içtik. Günün yorgunluğu da vardı. Mehmet Güler, Necdet Neydim, Ferda Büyükkoyuncu, Ziyaettin Büyükkoyuncu’yla birlikte bahçeye çıktık. Öğretmen evi bahçesinde insanı kışkırtan bir çiçek kokusu. Esinti o kokuyu burnumuza kadar getiriyordu. Hep birlikte limon ağacının altına oturduk. Limon çiçeği kokusuna başka kokular da karışıyordu. Bu karışık kokularla kendimizden geçtik. İzmir ilkyazı yaşıyordu. Gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Ilık bir hava; gömlekle otursak oturabiliriz.
Söyleşiyoruz, daha çok eskilere anıyoruz söyleşirken. Ziyaettin Bey, anılarını anlatıyor. İstanbul’la İzmir’i karşılaştırıyoruz. Ziyaettin Beyin İstanbul’ da yaşadığı ilginç olaylar hoşuma gidiyor. Gecenin sessizliğini kahkahalarımız bölüyor. Gülüşlerimize limon çiçeği kokuları karışıyor. Bir şeyler almak için kalkıyorum. Gecenin 24’ünü geçiyor saatler. Kola, ne bileyim ayran içelim istiyorum Yola çıkınca bir pideci ilişiyor gözüme. Oraya giriyoruz. Adana kebap, pide, ayran şalgam suyu istiyorum. Kasadaki anlıyor öğretmen olduğumuzu. “Siz gidin biz size yollarız isteklerinizi.” diyor. Bu saatlerde öğretmen evine paket servis yaptıklarını söylüyorlar…
20 dakika sonra servis geliyor öğretmen evine. Saat gecenin birine gelirken iştahla Adana köfteleri, peynirli sucukları, pideleri yiyoruz.Ayran ve şalgam suyu da başka güzellikte.Köftenin kokusu çevreye yayılsa da limon çiçeği kokusunu bastıramıyor.
Yaşadığımız bu iki saat güzel bir zamandı bizim için. Buna bahçedeki tüm ağaçlar tanık oldu. Gökyüzünde göz kırpan yıldızlar mutluluğumuza katıldılar gülümseyerek.
Belki o gün yaşanan her şey unutulur bir gün. Ama… Limon kokusunu unutmak olası şey mi? Limon ve portakal çiçeği kokusu denince ilk aklıma gelen Ahmetbeyli oluyor. Her ilkyaz mevsiminde oraya yürüyüşlerimizi nasıl unuturum. Sevgili dostum Johannes, buraya gelince İspanya’nın Valenciya kentini anımsıyorum, derdi. Derin bir nefes çeker, bu kokuyu Almanya’da bulmak çok zor, derdi. Portakal çiçeği kokuları arasında saatlerce yürür, ilkyazın gelişini kendimize göre kutlardık. Sonra ver elini sahil. Johannes çantasından çıkardığı basit ocakla çay pişirirdi. Ege’nin masmavi sularına baka baka çayımızı yudumlardık. Çayın yanında bir de İsviçre çikolatası oldu mu, değmeyin keyfimize.
Johannes, İspanya’yı anlatır, İsviçre’yi anlatırdı. Uzun uzadıya bir söyleşi başlardı aramızda. Ülkemizin ne denli güzel olduğunu söylemeden geçemezdi. Bizler de ona katılırdık. Deniz kenarında oturup söyleşirken, esinti bizlere insanı kışkırtan limon, portakal çiçeği kokusunu getirirdi. Çayın kokusu, portakal çiçeği kokusuyla birleşince, karşımızda da masmavi deniz olunca kendimizden geçerdik…
Orada kaç saat otururduk bilmezdik. Sonra ver elini Ahmetbeyli’deki bir balıkçı lokantasına. Denizden yeni çıkmış balıklar soframıza konuk olurdu. Yanında roka salatası eksik olmazdı. Belki bir kadeh şarap, belki de rakı soframızı başkalaştırırdı. Saatler süren söyleşiden sonra günü güzel geçirmenin mutluluğuyla oradan ayrılmak zorunda kalırdık. Bir süre daha yürüyelim mi? sorusuyla saatlerce yürürdük.. Nasıl olsa son arabaya daha zaman vardı. Akşam alacasının esintisiyle daha bir güzelleşirdi portakal çiçeğinin insanı kışkırtan kokusu. Doğada geceyi yakalarken yürürdük. Bazen o çevrenin köpekleri bizlere saldırıp havlasa da pek aldırmazdık. Son dolmuşa mutlaka yol üstünde rastlayacaktık. Dolmuş şoförünün aynı uyarısı, abi ya bu saate kalmayın, belli mi olur, dağ başında kalıverirsiniz. Biz ona razıydık…