22 Haziran 2007 günü, altı çizilecek bir ilk Afrika sıcaklarının geldiği buğulu, sıcaklı, alevli bir gündü. Önceden karalaştırdığımız gibi Mustafa Yıldız, Mehmet Tüzü ile birlikte Saruhanlı’nın Alibeyli köyüne gidecektik. Sevgili Kubilay Çoban bizleri bekliyordu. Öğleyin arabaya binince iliğimiz, kemiğimiz ısınmıştı. Bir saatlik yolda daha da artarak sürecekti bu ısınma. Afrika sıcakları dört bir koldan sarmıştı. Yolda önümüzde uçuşan buğudan havanın sıcaklığını düşünebiliyorduk.
Yeşile kesen ova yanıyordu. Köylü yine bir önceki yaşananlara aldanmış, mısır ekmişti. Yer gök mısır, hayal kırıklığı yaşanacağı mısırların boyunlarını bükmesinden belliydi. Gökyüzünde kuşlar birbirine karışmıştı. Sığırcıklar kırlangıçlarla dost olmuşlardı. Küresel ısınmaya kızmayalım, dostluklar da kurulmasını sağlıyormuş. Bu devirde dostluk kurmak şirket kurmaktan daha zor değil mi? Hem dostluklar Kaf dağının ardına taşınmadı mı?
Yol boyu gördüğümüz bir başka şey de suyun köküne kibrit suyu ekilmiş. Tek bir dere görmedik ki içinde su olsun. Nerede eskiden çağıldayarak akan nehirler, dereler. Tatlı bir anı olarak öykü, masal kitaplarında kaldı. Yol boyu karşımıza çıkan çeşmelerin suyu kurumuştu. Akanlar da ayıp olmasın diye akıyordu. Adımız çeşme, akmayıp da kepaze olmayalım, dercesine prostatlı bir şekilde akıyordu. Bir çeşme başında gördüğümüz kara tavuk ise ağzını açmıştı. Susuzluktan yanıp kavrulduğu belliydi. Biraz uzak olduğu için yalvarıyor muydu, küfür mü ediyordu, tam olarak anlayamadık. Bir şeyler söylediğine emindik. Hay böyle dünyanın içine mi diyordu. Kim bilir?
Köye gidene dek sıcak altında kavrulan bir doğanın kucağında yol alıyorduk. Pencereden esen yel değil, alev topuydu sanki. Araba hızlandıkça bunalmamız daha da artıyordu. Mehmet’in benzin istasyonundan aldığı buz gibi su çare olmadı bunaltımıza. Köye girince Mustafa’nın da Mehmet’in de üzerine geçmişin anıları çullandı. Hemen bir koşu çocukluklarına döndüler. Anlatıyorlardı, burası şöyleydi, şurası şöyleydi, diye…
Doğruca Kubilay’ın evine gittik. Her şeyi hazırdı, aynalı sazanları almış. Suları dondurmuş. Yeşillikleri biz almıştık. Dere kenarındaki çınar altına gidiyorduk. Ova sıcaktan kavruluyordu. Yol boyunca zeytin, incir, üzüm, erik, vişneleri seçebiliyorduk. Üzümlere piyango vurmuş, yirmi gün erken olgunlaşmışlardı. Küresel ısınmanın cilveleriydi bunlar. Derenin kenarına geldiğimizde ilk rahatsız ettiğimiz hayvanlar kurbağalar oldu. Hepsi de suya atladılar. Piknik yapacağımız yer, çınar, söğüt, kavak, çam, hayıt ağaçlarıyla kaplıydı. Güneşten korunmak için bir korunak oluşturmuştu doğa ana. Ateşi yakmayı Mehmet, salatayı yapmayı ben, odun toplamayı işini de Kubilay üstlenmişti. Mustafa sanmayın ki yalancı pehlivan gibi geziniyordu. İşin zoru ondaydı. Hem fikir üretiyor, hem de sakilik yapıyordu.
Saf zeytinyağında nar gibi kızarmış balıklara, usta elinden çıkmış salataya kimse hayır demedi. Sıcaktan kadehlerimiz bile terliyordu. O görüntü neye değişilir ki… Yemeğe dalmışken Kubilay bize bir sincap yavrusunu gösterdi. Mustafa, atmacadan kaçıyor, dedi. Sincaplar da azalmıştı. Uzun süre sincaba dalıp onlarla ilgili anılarımızı anlattık. Sincap güvenli bir yer bulup saklandı, bizler de rahatladık. Kubilay, dereden bir yengeç aldı geldi. Onu inceledik. Çobanla muhabbetimiz iyiydi. İnatçı keçileri bile yıkayabilen becerikli bir kızı vardı. Çobanın köpeklerini besledik. Çobana bir ekmek arası yaptık. Ekmekler kalmıştı. Deredeki balık ve kaplumbağaları besledik.
Sonra ver elini badem toplamaya. Kubilay bize ayırmış bademlerini. Yıllar var ki dalından badem, biber toplamanın zevkini yaşadım. Gece köyün üstüne düşerken kahveye gittik. Akşam çayı, kahvesi iyi geldi doğrusu. Kubilay rahat değildi. İyi ağırlayamadım kaygısıyla buz gibi biralar almış pınar başında içmeye başladık. Yıkandık belimize dek. Köyle ilgili güzel planları vardı bu üçlünün. Ben de yardımcı olurum, dedim.
Yıldız yangını, ayın bize eşlik etmesiyle aydınlana yolda ilerliyorduk. İzmir körfezi görününce yıldızlar niye bizi bırakıp gitti anlam veremedik. Baştan aşağı küresel ısınmaya teslim olmuş doğada ne görüntü, ne de bulunmak pek hoş değildi…