Alnından süzülüp burnunun ucuna kadar gelen teri elinin tersiyle sildi. Hemen yanında, kendisi gibi toprağı belleme çabasında olan eşine göz ucuyla bakıp gülümsedi;
“Sen sana yetecek kadar çalıştın, bırak artık.”
Eşi yanıtladı bu kez;
“Kendini genç sanıyorsun ya!”
Anadolu insanının “kuşluk” olarak tanımladığı saatlerdi. Kahvaltı için geç, öğle yemeği için erken olan bu zaman diliminde, güneş iyice kızdırmadan bir şeyler yapma çabasında olan iki insan, yaşlarına ve yorgunluklarına aldırmadan şakalar yapmaktan geri durmuyorlardı.
“Biraz da akşam serininde çalışırız, şimdi birer tas ayran zamanı” dedi kadın. Adam erkekliğine gölge düşürmek istemeden;
“Seni mi kıracağım” diye yanıtladı. İkisi birden seslice güldüler…
Belledikleri toprağa diktikleri biber, domates, salatalık fideleri boy atmaya başlamıştı. Köy yerinde herkes bahçelerinde zaman geçiriyordu. Fidelerin çapalanması, sulanması, seyreltilmesi gibi işler onları bekliyordu. Hiç yüksünmeden, büyük bir keyifle yapıyorlardı işlerini. Fidelerin çiçek açmasını, çiçeğin meyveye dönmesini, her yıl olduğu gibi şimdi de heyecanla beklemeye başladılar. Çocuklar, torunlar gelecekti sebzeler olgunlaştığında. Ev şenlenecek, kahkahalar sonsuzluğa yükselecekti. Yorulduklarını da yaşlandıklarını da anlamayacaklardı o zaman…
***
Bahçe çiçeklendi önce. Giderek meyveye dönmeye başladı ekilip dikilenler. Yüzlerinin gülümsemesi çoğaldı, genç insanlara ders niteliğindeki şakalaşmaları sürüp gitti. Domatesler kızardı, çiçeği burnunda, ısırıldığında kokusu mahalleye yayılan salatalıklar, topraktan başlayıp çardağın kiremitlerine kadar uzayan kırnaplardan sarkmaya başladı.
Sıcak denebilecek bir gündü. Özel bir araç gelip durdu kapılarının önünde. Arabadan dört kişi indi, İsa dedenin konukları vardı belli ki.
Kapıya kadar çıktı konuklarını karşılamak için. Geleneksel saygılı tavrıyla, çocuğu yaşında denecek gibi olan insanlara kapısını ardına kadar açtı ve çardaktaki sedire buyur etti.
Köy eviydi. Günlük bağ bahçe işlerini yapan iki yaşlı insan yaşıyordu bu evde. Kimilerinin “dağınık” olarak niteleyebileceği evin her köşesi pırıl pırıl, tertemizdi. Üstelik konuk da beklemiyordu bu insanlar. Böyle bir hazırlık yapmamışlardı.
Kısa bir tanışma faslı, kısa bir hoşbeşten sonra, evin hanımı küçük bir tepsiye dizdiği ayran dolu bardaklarla çıkageldi. Ayranlar içilirken sohbet koyulaştı, yıllara, yılların ötesine gitti.
***
Kore gazisiydi İsa Koç. Kore’nin ünlü albaylarından olan Celal Dora’nın posta eri olarak yapmıştı askerliğinin bir bölümünü. Küçük bölümler halinde söz etti askerlik yıllarından. Kimi zaman heyecanlandı, kimi zaman dalıp gitti o yıllara. Hem anlatıyor, hem de konuklarını yürek dolusu ağırlayabilmek için bakınıp duruyordu.
Sohbet güzeldi, zaman su gibi akıp gidiyordu. Elini uzatıp çardağa yakın olan bölümden bir salatalık kopardı İsa Koç ve konuklarından birine uzattı;
“Hava sıcak olmasaydı…” dedi. Konuk yanıtladı;
“Varsın olsun İsa dede, dayanıklıyım.”
Bardağı eliyle doldurup getirdi İsa Koç. Salatalığı şöyle bir gömleğine silen konuk bardaktan irice bir yudum aldı, salatalığın tadını damaklarında dolaştırdı ve gülümseyerek yutkundu. İkinci yudumu aldıktan sonra yavaşça doğrulup;
“İsa dedeyi yeteri kadar oyaladık, kaçalım mı?” diye toparladı yanındakileri. Kalktılar, İsa Koç’un elini öperek vedalaştılar. Onlar arabalarına binerken İsa Koç neredeyse sesli biçimde düşünüyordu,
“Ben ve benim gibiler, Antakya’dan, Samandağ’dan kalkıp, o sarı benizli, ufak tefek insanların ülkelerine niçin gittik ki? Neden öldürdük ki o insanları ve neden öldük ki?”
Yanıtını bulamadığı sorulardı bunlar. Düşündüklerini aklından kovar gibi başını iki yana salladı ve konukların arkasından o da çıktı evden, Asi’nin kıyısına doğru yürüdü…