İnsan, yüzyıllar boyunca kendi doğasını anlamaya çalıştı. Pek çok kültür, din, bilim ve felsefe, insanın kötülüğünü dış faktörlere, eğitimin eksikliğine ya da toplumun adaletsizliğine bağladı. Ama belki de kötülük, tüm bu inançların işaret ettiği yerde değildi. Belki de insan, doğası gereği kötüydü. Ya da belki de daha doğru bir deyişle, kötü olmak zorundaydı.
Bugün, insanın en derin karanlık yönlerini sorgularken, bu kötülüğün sadece kültürün ve toplumun değil, evrimsel biyolojinin bir sonucu olduğuna dair güçlü bir argümanla karşılaşıyoruz. İnsanlık, tarih boyunca şiddet, zulüm ve yıkıcılıkla şekillendi. Hayatta kalabilmek için kendi dışında kalan her şeyi yok etmeye programlandı. Hayatta kalmak, sürüyü korumak, güç ve egemenlik kurmak yaşam amacı haline geldi. Peki, tüm bunlar, yalnızca dışsal koşulların sonucu muydu? Yoksa insanın, doğuştan getirdiği miras zaten karanlık mıydı?
Evrimsel psikoloji, bu soruya cesurca bir yanıt veriyor ve diyor ki, Kötülük, sadece insana ait bir özellik değil, hayatta kalmamızı sağlayan evrimsel bir stratejidir. İnsanın kötülüğü, aslında bir hayatta kalma mücadelesinin ürünü olabilir. Zamanın başından itibaren, biyolojik atalarımız, hayatta kalabilmek için çevrelerindeki diğer canlılarla savaşmak zorunda kaldılar. Üstelik bu savaş, sadece fiziksel değil, psikolojik bir savaştı.
Kötülük, sadece dış dünyadaki tehditlere karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizması olarak bize hükmetmeye başlamış olabilir ancak öyle görünüyor ki zamanla daha güçlü, daha kurnaz ve daha zalim hale geldi. Öyle ki sadece bize değil tüm varoluşa hükmetmek istiyor.
İnsanın beyninde, başkalarına zarar verme ve onları alt etme dürtüleri, evrimsel olarak işlevsel bir strateji olarak şekillendi. Öyle görünüyor ki, bu strateji ne kadar güçlüyse, kötülüğün kökeni de o kadar güçlü ve sinsi.
Biyolojik olarak bakıldığında, kötülük, bir genetik mirasın, nesilden nesile aktarılan bir içgüdünün bir parçası gibi görünüyor. İnsan, sadece hayatta kalmak için değil, aynı zamanda türünü sürdürebilmek için rekabet etti. Ancak bu rekabetin içinde, diğer insanları yok etmek, öldürmek, acı vermek de vardı. Bu tür davranışlar, belki de en başta, insanın evrimsel başarı oranını arttırmaya yönelikti. Hayatta kalabilmek için vahşi bir içgüdüyle, başkalarının gücünü kırmak ve onların zaaflarını kullanmak, insana bir tür avantaj sağladı. Şiddet ve kötülük, insan doğasının karanlık köşelerinde sessizce büyüdü ve bizi kaçınılmaz sona hazırladı.
İnsan doğasında bulunan kötülüğün, bir zamanlar toplulukları korumak, düşmanları alt etmek ve hayatta kalmak için gerekli olduğu düşünülebilir. Ama şimdi, bu kötülüğün, insanın en derin içgüdülerine yerleştiğini kabul etmek, bizi derin bir içsel çatışmaya sürükler.
İnsan, çok uzun bir süredir bu karanlık içgüdülerle yaşıyor, onları bastırmaya çalışıyor, belki de bir gün tamamen onları kontrol edebileceğini umuyor. Ancak, bu içgüdüler, doğamızın bir parçası olmaya devam ediyor. Üstelik insanın kötülüğüne dair en büyük farkındalık, bu gerçeği kabullenmekten geçiyor: Kötülük, evrimsel olarak içimizde bir yerlerde gizli ve onu her zaman içimizde taşıyacağız. Kabul edelim ya da etmeyelim içimizdeki kötülüğe dair her birimizin kalbinde kara bir kutu var.
Dışarıya bakan gözler, sadece göze görüneni görür. Ama kalbin karanlık köşelerine bakmak cesaret gerektirir. Kendi karanlığımızı kabul edebildiğimizde, belki de onu dönüştürmeye başlayabiliriz. Ama bunu yapmak, bize ait olan bu doğayı anlamaktan, onunla yüzleşmekten geçer. Daha doğrusu o kara kutuyu açmaya cesaret edebilmekten geçer.
Belli ki savaş içimizde! Varoluşumuzun en derinlerine işlenmiş olanı atmaya, dönüştürmeye ve artık bir tehdit olmadığını anlamaya çalışıyoruz. Her birimiz kendi içimizdeki savaştan yorulduk, bu savaşı kimin başlattığını bile hatırlamıyoruz üstelik.
Dışarıda aradığın tüm savaşları bir kenara çekip önce içindeki karanlığı kabul etmek gerek. Çünkü bu kötülük, evrimsel hikâyenin bir parçası ve onu görmeden, anlamadan gerçek bir değişim yaratmak mümkün olamayacak.