Ne geçmişin dar kalıplarına sığabiliyoruz ne de geleceğin varsayımlarından kendimize uygun kıyafetler seçebiliyoruz. Göğsümüzde birikenleri taşırmaktan korkarcasına sıkıştırdık her şeyi. Görülmek bile istemiyor insan. Bu kadar yüklenmiş duygularla yürürken hissiz rolü oynuyor. Yalnız yaşamak istiyor insan, paylaşmadan, acısını cebinden yanlışlıkla düşürür de bir başkası acısına yan gözle bakar diye korkarak yürüyor. Yalnızlığı sevdiğinden değil… Doyamadığından, doyamayacağını bildiği bir sofraya oturmakla kaybedecek zamanı olmadığından!
İçimizde yankılanan o derin çağrı, kabına sığamayan bir nehir misali taşmak, gürül gürül akmak istiyor. Bu dünyada sessiz bir çığlığın içinde kaybolan bizler, varlığımızı ancak arınmaya adadığımız ölçüde gösterdiğimiz çabayla hissediyoruz; dışarıya hissiz görünürken, içeride fırtınalar kopuyor. Bu çaba, hayatın belki de en hayranlık uyandıran, en incelikli formu.
Sizler, o ruhları kabına sığdıramayanlar, burası siz olmadan neye benzerdi hiç düşündünüz mü? O derin düşünceleri bir kenara iten, gözlerinizi kapayıp duyularınızı susturan karmaşa içinde, bu en parlak kıvılcımı nasıl bulurduk? Ruhlarımızı savurup duran duygu fırtınalarından nasıl sağ çıkardık? Hissettiğimiz her şeyden, en ufak anılardan bile duyduğumuz o yalnızlık; sessizliğin yankısında, üzerimize dikilen gözlerden kaçmak için karanlığın kuyularına sığınıp, üzerimize toprak örtüsü giymek zorunda kalmaz mıydık?
Siz olmasaydınız, bu sonsuz bekleyişin durağında, elimizde nereye gittiğini bilmediğimiz biletlere sıkıca sarılıp, birkaç ömür daha süren bir kayboluşun içinde yok olmaz mıydık? Kaçış, bir teselli gibi görünürdü belki de; oysa ruhlarınız, arınmak ve berraklaşmak için savaşıyor, varoluşun en derin savaşını veriyor.
Göz görmek ister. Ama sadece bakmak değil, derinlere nüfuz etmek; gerçekleri çıplak haliyle görmek ister. Dil ise konuşmak ister, söyleyemediklerini bağıra çağıra haykırmak. Kalp? Ah, o, bir nehir gibi çağlamak ister. Ama sadece çağlamakla kalmaz, kime çağlayacağını da seçmek ister. Hissetmenin utancını üzerimizden atmayı, kimse hissetmezken bile hissetmek ister; bu yol tersine bir yol olsa bile. Ruhlarımız, bazen hiçbir yere ait değil gibi görünse de, hissetmek için her yere aitmiş gibi dolaşırız bu dünyada.
Hiçbir yere ait olmayanlar, kendilerini bu dünyanın dışında hissedenler, sizler… Sağ elin sol ele günahını bile vermekten çekindiği bir çağda, bedenlerinizi paspas yapmaktan geri durmayanlar! Sizin bu sessiz ama devasa çabanız olmasa, nasıl ilerlerdik? Ruhumuzun çığlıklarına ses veren sizler olmasaydınız, nasıl anlar, nasıl hissederdik bu hayatı? Sizlerin sayesinde ilerliyor, içten içe büyüyor, anlamaya çalışıyoruz. Yolunuz, yolumuz oldu; karanlığı delen ışık oldunuz.
Hayat dediğimiz bu karmaşanın içinde, hissetmekten korkmayanlar, yalnız olmadığınızı bilin. Hissetmek, en büyük gücünüz. Zayıf gibi görünen, aslında sizi insan kılan ve insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ hissetmekten geçiyor. Burası, ruhun dokunduğu her yer sizinle daha da anlamlı hale geliyor. Sizler olmasaydınız, bu yer hiç var olmamış kadar sessiz, ruhsuz, anlamsız olurdu. Ama siz varsınız. Ve bu dünya, sizin sayenizde duygularla dolup taşıyor.
Ve siz, dünyayı derinlerde yaşayanlar, bilmelisiniz ki bu hayatta en çok hissedenler, en çok yaralananlardır. Ama aynı zamanda en çok büyüyen, en hızlı iyileşen de onlardır. Kendinizi savrulmuş, kırılmış hissettiğiniz o anlar, ruhunuzun aslında en güçlü olduğu anlardır. Çünkü hissetmekten korkmayanlar, gerçek cesareti bulmuş olanlardır. Sizlerin o sessiz, derin çağlayışı olmasa, dünya ne renkte akardı? Sizin yankılarınız olmasa, kalpler nasıl arınırdı?
Çağlayın… Gürül gürül, hiçbir engel tanımadan, taşın sınırlarınızı aşarak akın. Çünkü belki de bu dünya, sizin sessiz çığlıklarınızla kurtulacak. Her şeyden arta kalan, sadece sizin hissetme cesaretiniz olacak. Ve işte o zaman, en karanlık kuyulardan bile ışığa çıkan yol, sizin kalbinizden geçecek. Hiçbir yere ait olmayanlar işte o zaman her yere ait olacak!