- “Hiç kendini umutsuz, çaresiz, bomboş hissettin mi?”
- “Evet, birçok kez… Peki, ya sen?”
İnsanoğlunun en eski ve en derin yaralarından biri, kendini çaresiz, umutsuz ve bomboş hissettiği, o tadı tuzu olmayan karanlık tünelden düşe kalka, yalpalayarak da olsa geçmek zorunda olması. Herkes bir noktada bu umutsuzluğu tadıyor. Hatta bazen, “Her şey yolunda gibi, istediğim her şeye sahibim ama neden hâlâ bomboş hissediyorum?” diye kendi kendimize soruyoruz. İşte burada kendi içimize kaçma ve iç dünyamızda neyi nasıl inşa ettiğimizi mikro düzeyde araştırmaya başlama zamanı gelmiş demektir.
Biz insanlar, haz peşinde koşmaya programlanmışız. Yemek, aşk, başarı, para… Sonra daha çok para, aşk, başarı ve daha çok … Tüm bunlar bizi harekete geçiren güçler. Ama problem şu ki, her ne kadar hayatımızı bu hazların peşinden koşmaya adasak, o hazla kendimizi doldursak da bu duyguyu ne koruyabiliyor ne de kötü günler için saklayabiliyoruz. Ne kadarına sahip olursak olalım, bir süre sonra etkisi kayboluyor.
Bilim dünyası da bunu destekliyor. Psikologlar buna “hedonik adaptasyon” diyor. Yani, kendimizi ne kadar mutlulukla doldurursak dolduralım, bir noktada bu mutluluğu hücrelerimizden atıp normale dönüyoruz ve tekrar daha fazlasını aramak üzere yollara düşüyoruz.
- “Sence neden bu kadar doyumsuzuz?”
- “Çünkü hazlarımızın yönü yanlış, hazzı aradığımız yer yanlış. Hep kendimize dönük, sadece kendimizi doldurmak istiyoruz, merkeze sadece kendimizi koyuyoruz.”
Bilgelerin binlerce yıldır söyledikleri şeyi, artık bilim de destekliyor. Örneğin Viktor Frankl, insanın anlam arayışını merkeze alan psikoterapi yaklaşımında, “Haz peşinde koşmak insanı boşluğa sürükler; anlam arayışı ise gerçek tatminin kapılarını açar,” diyor.
Haz almak, bunu istemek doğal bir dürtü. Tamam fakat hepimiz biliyoruz ki, bu dürtü yalnızca bizim kendi çıkarımıza odaklanıyor. Bu yüzden, aldığımız her haz kısa süreli oluyor ve her seferinde bize daha büyük bir boşluk bırakıyor.
- “Daha fazlasını istemenin nesi yanlış? Neden bu kadar yalnız, boş, çaresiz hissediyorum? “
- ‘’Çünkü doğanın kanunlarına göre yaşamıyoruz. Üzerimizde işleyen gücün denkleminin içinde kendimizi bulamıyoruz. Ayrılık hissiyatındayız, her birimiz kendimizi ayrı birer varlıkmışız gibi hissediyor, bu yüzden de sadece kendimizi yaşatmaya çalışıyoruz ve başkalarını hiçbir şekilde umursamıyoruz; göstermelik, sosyal baskılar yüzünden yapıyormuşuz gibi davranmak zorunda hissetmek üzere içine düştüğümüz durumlarda bile’’
- ‘’Peki çözümü ne?’’
- “Niyeti değiştirmek.”
Hazlarımızı başkalarıyla paylaşmaya, başkalarına fayda sağlamaya yönlendirdiğimizde işler değişir. Bu, yalnızca bir sosyal tatmin meselesi değil; doğayla uyum içinde yaşamanın da yoludur. Bilim insanı Albert Einstein’ın da dediği gibi, “İnsan kendisini diğerlerinden ayrı bir varlık olarak gördüğü sürece sınırlı bir yanılsamada yaşar. Amacımız, bu sınırları aşmak ve tüm varlıklarla bir bütün olduğumuzu hissetmektir.”
Doğa, bütünlük içinde işler. Onun akışı mükemmeldir. Ve biz de doğanın bir parçası olduğumuz için, ancak onun bu mükemmel düzeniyle uyum sağladığımızda huzur bulabiliriz. İnsanın umutsuzluktan çıkış yolu, doğa ile bu dengeyi yeniden kurmaktan geçer.
- “Yani doğaya uyum sağlamak mı?”
- “Evet, ama doğayı sadece fiziksel olarak değil, eylem ve niyet olarak da anlayıp bu eylemleri taklit etmek.”
Öyle görünüyor ki, umutsuzluk aslında bir fırsat. İnsanlar, hayatın anlamını, en çok kaybolmuş hissettiklerinde, bıçak kemiğe dayandığında aramaya başlıyor. İşte o anlar, bizim için dönüşüme açılan kapılar. Bu dönüşüm, yalnızca dışsal değil, özellikle içseldir.
- “Peki, neden bu kadar zor?”
- “Çünkü bu, insanın kendini, kendi doğasını, kendi zaaflarını aşmasını gerektirir. Egomuzu, ayrılık hissiyatını kenara çekmemiz, bir kenara bırakmamız gerekir.”
Sonuç olarak, umutsuzluk, insanı gerçek anlamda harekete geçiren bir itici güç olabilir. Ama bu, ancak bakış açımızı değiştirirsek, kendimizin üzerine çıkmayı arzu edersek mümkün olur. Kendimize dönük hazlardan, başkaları ve bütünle uyumlu bir yaşama geçtiğimizde, hem kendimizi hem de evreni daha derinden anlamaya başlayacağız. İşte o zaman hiç kimselerin hissedemediği bu akışı, mikro düzeyde bile hissetmeye başlayacağız.
Belki de umutsuzluk halindeyken, aslında kendimize bile en dürüst davrandığımız haldeyizdir. Kulağımıza şunu fısıldar: “Daha fazlası var.” Gerçekten de daha fazlası var. Ama bu daha “fazla,” hazda değil, kime haz vermek istediğimde, ilk düşüncede saklı!