Gazeteci ve yazarlardan kesitler (1)

Gazeteci-Yazar Gürbüz Azak, 1997 yılında yayınlanan “Gazeteci Milleti” adlı kitabında gazeteci ve yazarların başından geçen ilginç olayları ve ilginç kişileri güzel bir üslup ile anlatmaktadır. Bu kitaptaki şaşırtıcı olaylardan altını çizdiğim satırları sizlere de sunmak istiyorum.

İşte Bâbıâli kesitlerinden bir demet:

YANGIN VAR

Gazete binasının dördüncü katında idik.

Harıl harıl çalışılıyordu. Yarım saate kadar bütün yazıların mürettiphâneye verilmesi gerekiyordu. Soğuk bir gün olması lâzım. Çünkü İstihbarat Şefi Burhan Tekinliğ masasında palto ile oturmakta.

Tam o sıra ilk itfaiye sirenini işittik.

Sonra ard arda düdükler öttü.

Bir yerlerde kötü bir yangın vardı. Ama, pencereden uzanıp bakacak vaktimiz yoktu ki.

Ben başlık hazırlarken, Erol Türegün yazı müdürü Yücel Hacaloğlu’nun yeni bir mahkûmiyet haberini yazıyordu. İsmet Taşkurt ile Gündüz Serdengeçti, karanlık odadan (yani fotoğraf laboratuarından) inmişler, bize bakıp bakıp keyifle çay içiyorlardı…

İtfaiyenin sirenleri dinecek gibi değildi.

Bağıra çağıra yakınlaşıyor, aynı acı sesler bizim binanın oralarda eriyip kayboluyordu. Sonunda İsmet Taşkurt dayanamadı:

-Burhan Bey, itfaiyeyi arasak. Şu yangın nerede, bir öğrensek… demeğe başlamıştı ki, Burhan Tekinliğ telefonun ahizesini kaldırıp, ezbere bildiği numarayı çevirdi, sordu:

-Alooo… Alooo… Orası Fatih İtfaiyesi mi efendim? Yeni İstanbul Gazetesinden arıyorum. Etrafımızda itfaiye arabaları dolaşıyor. Yangın nerede acaba? Bir zahmet adres verebilir misiniz?

Hep birlikte İstihbarat Şefi’nin yüzüne bakmaktayız. Çay içenler masaya parmaklarıyla tıngır tıngır vurup trampet çalıyor… ken, Burhan Tekinliğ, telefondaki itfaiyeciye inanılmaz bir şaşkınlıkla “Yapma yahu, ciddi misin?” dedikten sonra ahizeyi yerine koyup hepimize sapsarı bir yüzle baktı. Ne dese beğenirsiniz:

-Biz yanıyormuşuz…

NECİP FAZIL KISAKÜREK

Sevenlerince “Üstad” diye anılan şair-gazeteci Necip Fazıl Kısakürek, “ince elenip sık dokunmuş” şahsiyet arayıcısıdır.

“İkinciliğe” tahammülü hiç olmamıştır.

Birlikte çalıştığı kişilerin de hep “birinci sınıf” olmasını isterdi.

Kendine güveni ise tükeneceğe benzemezdi.

Bir gün, “Üstad, demişler… Ansiklopedi Britannika iki Türk şairinden söz ediyor.”

Kısakürek derhal:

-Öbürü kim? diye sormuş.

BÂBIÂLİ CİMRİLERİ

Fransız yazarı Molyer bir pintiyi “O kadar cimri idi ki, selâm verdim demez, selâm aldım derdi” diye tarif etmiştir.

1940’larda Vakit Gazetesi sahibi Hakkı Tarık Us gazetede her gün kırmızı bir kupon yayınlamaya başlamış. Ne işe yarayacağını da kestiremeyen okuyucular yine de tatlı ümitlerle kuponları toplamaya başlamışlar. Bir seyâhat imkânı, bedava bir ansiklopedi hayaliyle aylarca kupon kesmişler.

İyi de, cimri adama “vermek” yakışır mı?

Sonunda gazetede bir açıklama yapmış: “Bu kuponların ne işe yaradığını yarın öğreneceksiniz.”

“Yarın” olmuş, asıl açıklama yapılmış:

“Sayın okuyucularımız… Bu kuponları getiren herkesin kendi ölüm ilanları yarı fiyatına basılacaktır…”

HALİL LÜTFÜ DÖRDÜNCÜ

Türkiye’de cimrilerin şahı İstanbul’da ve Bâbıâli’den yetişmiştir: Kime sorsanız söylerler: “Halil Lütfü Dördüncü…”

Tabelâcıya az para vermek için adını şöyle yazdırmıştı:

“Halil Lütfü 4.”

Gazeteden her gece en son kendisi çıkar, çıkarken de matbaadaki iki duvar saatini durdururdu. Böylece saatlerin yıpranmasını azaltıp ömrünü uzatacağını sanıyordu…

Yürürken adımlarını koca koca atar, âdeta zöm zöm yürürdü. Yine böylece ayakkabıların eskimesi için atılması gereken yirmi bin adımla daha çok mesafe almış, herkesin kırk adımda varacağı yere otuz iki adımda ulaşmış oluyordu ki, sekiz adımlık kârı vardı…

(DEVAM EDECEK)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir