On beşime yeni basmıştım. Mutsuz kadının kızları da mutsuz olurmuş cümlesinin özeti gibiydim. Beni doğurduğunda on altı yaşında olan anam, doğal olarak on beşindeki kızının artık vaktinin geldiğini düşünmekteydi. Bir an önce evlenmezsem “evde kalmış” sayılacakmıştım.
Yıllarca merak ettim, evlenmemiş kadınlara neden evde kalmış denir diye. Yok yani evde kalmayıp köprü altında yada ne bileyip sokakta falan mı yatıp kalkacaklardı. Peki ya erkek? Canı çektiği yaşta evlenir, artık canı çekmeyince de boşanıverir. Erkeğe neden “evde kaldı” denmezdi. Daha o yaşlarda bu işin içinde bir bit yeniği var diye düşünmüştüm de yanılmamıştım.
Bir gün yatağımdan doğrulup yüzümü yıkamak üzere dışarı çıkmıştım ki, annemle babamı bir an önce evlendirilmem gerektiğiyle ilgili konuşurlarken yakaladım. Çok asiymişim, kızlar büyükleri ne derse onu yaparmış, ben tam aksine her şeye itiraz ediyormuşum. Başımın bir an önce bağlanması elzemmiş.
Beni ne zaman nerede görmüş, benimle iki satır konuşmadan neyimi neden beğenmiş bilemediğim, yaşı yaşıma, huyu huyuma uygun-suz, komşu mahalleden anamın uzaktan akrabası istemeye gelecekmiş.
Bu da neyin nesi? Ben, bakkaldaki soğan mıyım? Hem, niye ben onu değil de o beni istemeye geliyor? Ona da aklım ermedi. Bu adetleri sorup öğreneceğim aklı başında birileri de görünmüyordu ortalıkta.
Geldiler, gördüler, (ölçüleri neydi bilemedim) beğendiler, söz alıp gittiler.
Ailenin ilk gelini olacakmıştım. Geleneklere uygun kısa bir nişanlılık döneminden sonra şaşalı bir düğünle gerdeğe yolculuğum başladı. Söylemem lazım gelir ki sanki başkası nişanlanıp evlenmişti.
Ne zamanki beni, tanımadığım ve artık kocam olan bir adamla aynı odaya kapatıp, kana susamış yarasalar gibi kapıda bekleşen kalabalığı duyumsadım, o vakit kapana kıstırıldığımı anladım. Feryat figan arasında eyledim sabahı.
Üzerindeki her türlü tasarruf hakkı kocaya devredilmiş olan ben, ‘evli’ bir kadın mertebesine terfi etmiş ve bekçisi koca-m olan aşılmaz duvarların yükseldiği kalın demirlerle çevrili bir hapishanedeydim artık. Bu hapishaneden firar edebilmiş kadın sayısı çok azmış. Caymadım yine de. Bir yolu olmalıydı. Ben çocuk aklımla, evdeki baskıdan kurtulmak için evet dediydim. Bunun bir başka esaret anlamına geleceğini düşünememiştim.
Yalanım yok, koca-m, iyi bir bekçiydi. Yani en azından bunun için yetiştirilmişliğinin hakkını veriyordu. O kadar kaba, o kadar emrivaki, o kadar dediğim dedik… Biz babadan böyle gördük’ün kısaltılmış hali. Su katılmamış bir erk’ek.
Buna karşılık bana da sonuna kadar itaat etmek düşerdi ama gelin görün ki her şeyde olduğu gibi bu mevzuda da tam aksi istikametteydim. Her şeye itiraz, her şeyi red…
Biliyordum ki kalmam, kendimden vazgeçmem anlamına gelecekti. Koca-mın içinde eriyip gidecektim. Benden eser kalmayacaktı.
Firar planları yapmaktan ne yemek pişirebiliyordum ne de başka her hangi bir ev işi geliyordu elimden. Benimle girdiği her muharebeden sonra kan ter içinde bitkin bir halde mevzisine çekilen koca-mın kısa sürede aklı başına gelmiş, benim karı olamayacağımı anlamıştı.
Gelip görelim ki, yenilgiyi kabullenip beni azat etmek bir yana, erkek egemen tarihin kendisine atfettiği ne kadar erk’eklik halleri varsa kuşanıp yeniden taarruza geçiyordu.
Günler günleri, haftalar ayları kovalayıp, dur(m)uyordu…
Ve bir sabah, her biri kadınların esaretini katmerleştiren sevgiden yoksun değer yargılarıyla inşa edilmiş, adına evlilik denen zindanımdan firar ettim.
Her şeyi göze alıp çıkmıştım yola. Bir daha bu tuzağa düşmeyecektim. Bir daha temelinde SEVGİ olmadan böylesi bir “evliliğe” razı olmayacaktım.