Gecenin iç çekişlerini dinliyordum. Rüyaların sislerinin içine dalıp kendimi acıtarak, inilti ve inlemeyle sayıklayan ninemi dinliyordum. Gaz lambasının loş ışıkları kilim ve halılar üzerinde derin gölgeler oluşturarak değişik çağrışımlar yaratıyordu. Hayatın sırlı hikâyelerinin soluk an’larında dolaşırken hiçbir şey o gün olanlar kadar beni acıtmamıştı. İnsan durup dururken içinin kuytuluklarında gizlediği acıyı diriltip kendini yeniden üzmenin yollarını arıyor. Bilinçaltında yeniden şekillenip kendini başka öfke durumlarıyla dışarıya vuruyordu.
Okula başladığımdan beri mutsuzdum. Artık mutluluk kırıntılarını en saf haliyle anımsamak mümkün değildi. Büyük akıntının ortasındayım. Yurdundan kopmuş kuru bir dal gibi sürüklenip duruyordum anların ortasında. Dilimizin büyüsü kaybolmuştu. Bizi acıtarak öyle değiştirdiler ki; mutsuzluğumuz bir salgın gibi coğrafyaya yayıldı…
İçime sakladığım karanlık ve acıtan öykülerin üstündeki o kalın örtüyü yazarak kaldıracaktım.İçimi sağlatmanın başkacada yolu yoktu. Ruhumuzu yaralayan o ilk kırılmaları ve sonraki travmaları varoluşumuzun soluksuz trajedisini yaratmıştı. Çaresiz bir öykü kahramanı gibiydik o dağ mezrasında; o birleştirilmiş sınıfın sıralarında. Aynı küçümsenmeyi, aşağılanmayı yaşayan binlerce çocuktan sadece biriydim. Güvensiz ,kaygılı ve kırılgandık.Duygu kontrollerimizi yitirmiş her an öfke patlamalarıyla etrafımızı incitecek haldeydik.Sürekli dalan ve kendi iç dünyasının acılarıyla boğuşan ve sürekli yeni anlam arayışlarıyla sürüklenen yolculardık.Kendi sevinçlerine tutunarak yaşamaktansa ,acılarına dönerek orada kendi yurtsuzluğunu haykırarak varolmaya çalışan mültecilerdik.Kendimize duyduğumuz o sınırsız düşmanlık bize ait olanlara karşı ötekileştirici davranış nasıl içimize işlemişti. Kalıcı iç korkulara dönüşen bu kişilik yapısı nasıl silikleştirmişti bizi.Hayatımızdaki iç ve dış fırtınalar hiç dinmedi.
Kar yağıyordu. Durmadan kar yağıyordu. Hükümsüz bir fırtına sürüyordu. Pencereden dışarıyı izliyordu öğretmen. Buğulanmış camı avuç içleriyle sildikten sonra, ıslak elini yeşil masa örtüsüyle kuruladı. Tekrar pencereden dışarıya baktı. Mırıldanarak türkü söylüyordu.’’Herkes tahtaya çıksın.’’ dedi. Tahtanın önünde yan yana sıra olduk.’’Herkes dilini çıkarsın.’’ dedi. Dilini çıkaranların diline teker teker baktı. Dilime bakarken durakladı ‘’iyice çıkar.’’ dedi. Dilimin ucuna, ardından çubukla bastırarak dilimin arkasına baktı.’’Sen gece Kürtçe konuşmuşsun.’’ dedi. İçimi ve çocuksu gövdemi derin bir korku kapladı. Sustum.’’Konuşmadım’’ diyemedim.’’Nasıl anladı?’’ dedim. O kısa anın soluksuzluğunda.’’Bir adım öne çık.’’ dedi. Bir adım öne çıktım ve bekledim. Sınıfın ortasında yalnız çaresiz ve suçluydum. Birden ninem aklıma geldi. Rahatsızdı. Ateşten inliyordu ve su istemişti. Oturup saatlerce Kürtçe konuşmuştum. Anlamıştı dilimden öğretmenim. Önce dilimin ucuna sopayla vurdu. O ağrıyı tüm bedenimde kasılarak hissetmiştim. Aç ellerini dedi. Artık sayamadım kadar elime sopayla vurdu. Acıdan sarsılıp durdum. İçimdeki tenhalığı, yalnızlığı o ağır mahcubiyeti ruhuma karasaban gibi inmişti. Birden sıcak bir sıvının acıyla birlikte bacaklarımdan aşağı aktığını hissettim. Derin bir utançla bacaklarımı sıkı sıkıya birbirine bastırdım. Kimse görmemeliydi. Kürtçe konuşmak yasak demedim mi? Yasak artık. Bunu anlayana kadar canınızı yakacağım, dedi. Şimdi herkes dışarıya çıksın, dedi. Bayrak direğinin önünde sıraya dizdi. Kar fırtınası göz açtırmıyordu. Soğuk ve acı içimize işliyordu. Dizlerimize kadar karın içine gömüldük. Kardan adam gibiydik. Islak pantolonlarım yavaş yavaş soğuktan katılaşmaya ve ardından buz tutmaya başladı. Soğuk tenimi yakıyordu. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımda buz tutmuştu. Parmak uçlarımı hissetmez olmuştum. Bir saat bekledik karın ve fırtınanın ortasında. Pencereyi açıp bağırdı “Girin lan içeri!”. İçeri girdik. Herkes sırasına otursun, dedi. Sınıfın sıcaklığında önce elbiselerimizin buzu çözüldü. Artık kimse bilemeyecekti ıslaklığın nedenini; herkes kardan zannedecekti. Ellerim ısındıkça derin karıncalanmalar hissediyordum. Bir daha konuşursanız iki saat bekletirim dedi.
Okul çıkışı üstümü değiştirdim ve gidip yüzü koyu pencerenin önündeki toprak sedire uzandım. Hiç konuşmadım. Annem buna ne olmuş dedi. Hiçbir soruya korkudan cevap vermedim. İçimde derin bir acı ve öfke duyarak ağladım. Dilim acılarımın kaynağı ve dertlerimin başlangıcı olmuştu. Gece karanlığında bir ara ninemin iniltileri kesildi. Kalkıp ne oldu? Nasıl oldun? Diyemedim. Ağladım yatağın içinde saatlerce. Bir yol bulmalıydım ve yolların tümünü kar fırtınası gibi kapatmıştı öğretmenim. Öğretmenin gizli tanıkları vardı. Onlar evde sokakta Kürtçe konuşan çocukları öğretmene isim isim bildiriyordu. Kimdi? Herkes olabilirdi. Öyle güvensiz bir ortam yaratılmıştı ki artık birbirimize güvenmez olmuştuk. Öyle yalnızdık ki o çocuk dünyamızda. İçime kapanmıştım. Dilim mutsuzluğumun ve huzursuzluğumun kaynağı olmuştu.Sustum günlerce.Annem korkmuştu halimden.Bir ziyarete mi götürsek,bir muska mı yaptırsak diye ağlıyordu.Ne oldu bu çocuğa?kimse ne olduğunu ne anladı nede söyleyebildim günlerce..
Kar yağıyordu ülkeme. Kar yağıyordu dilime. Kar yağıyordu çocukluğuma. Dilim çocukluğumun acılı yurduydu ve kovulmuştum. Soluksuzdum. Sınıf o gün çok soğuktu. Beynimin içinde uğultu gibi kendini büyütüyordu öğretmenimin bağırışları. Dilinden hiç anlamıyordum. Susuyordum öfkeyle bakan bakışlarında. O benim dilimde anlamıyordu. Masalar tabuttu, defterler kefendi.
Kar yağıyordu. Dilimi saklıyordum. Asla kimseye göstermeyecektim. O suskunluğuma durmadan bağırıyordu. O gece kar durmadan yağdı. Çığ düştü çocukluk çığlıklarıma. Kapandı yol; zaman ise öğretmenimin dilinde durmadan kendini yeniden öldürmelere hazırlayan cellât.
O gece ninem avuçlarıma bırakarak sıcaklığını gitti sonsuz boşluğa. Dünya bembeyaz kefendi. Çığlıklarım çığdı; buğulu gözlerime bakan olsa düşecekti. Ne çok şey acıdı içimde. Sustu evren. Dilim içimde eski masallar gibi üşüyordu. Tüm zamanların acısıydım eşiklerde.Artık ninemde yoktu.Kürtçe masallar söyleyecek gecelerimin piride gitmişti. Elimi kulağıma attım ve başladım stran söylemeye. Artık sanıktım. Kar yağıyordu. Andımızı okuyup varlığımı armağan ettikten sonra; ellerimi saklayamadım. Yüreğimdeki acılara öğretmenim birde dilinin acılarını eklemişti.İki saat boyunca karın ortasında bekledim.O gün tuttuğum en büyük yasımdı.Bir saygı durusuna ve anısına bağlı kalmaya adamıştım.
Yüreğimin kıyılarına meltemler gibi dokunan fısıldayan ninemin sözcükleri kalbimi okşamıyordu. Bir çöldüm. Korkular yasaklar ve tehditlerle dilimin acılığıyla yaşıyordum. Başka bir dilin inceliklerini sözcüklerini metaforlarını imgelerini bilememenin utancıyla bildiğim birçok şeyi dahi anlatamıyordum. Oysa çıksam tahtaya Buğdayın Hikâyesi adlı okuma parçasını dilimin rengiyle kokusuyla tüm zamanların derin mana kuyusuna dalarak öyle bir anlatırdım ki; işte o zaman çöl olacak öğretmenimdi. O beni kendi diline zorlayarak kendi yalnızlığını ve çaresizliğini koruyordu.
Dağlara olan tutkum o zaman başlamıştı. Rüzgârla konuştum. Suya dokundum. Baharın iç çekişlerini yamaçlardan yükselen sisi, pepuğ kuşunun yakaran sesini dilim bildim ve soluksuzca konuştum dağlarda. Artık sadece dağların ipeksi ürpertisini saatlerce hissederek mutlu oluyordum. O tabutlukta, kefen gibi önümüze uzanmış defterlerin arasında unuttum dilimi. Mutsuzluğumdu okul.
Dilim gibi kırılgandım. Onu terk ettim. Önce çocukluğuma sonra anneme yabancılaştım. O dağdaki çiçeklerin, kuşların, derelerin ve yamaçların adlarını unuttum. Beni mutsuz kılanların diliyle mutlu olabileceğimin hipnozu içinde yazılar yazıyorum. İçimde öyle bir boşluk var ki. Öyle bir boşluk ki dilim başucumda oturmuş beni her gün çağırıyordu.
Ve durmadan kar yağıyor.
Usulca araladım perdeyi ,pencereden siyah önlüğüyle karın ortasında duran çocukluk yüzümü gördüm.Ay ışıl ışıl parlıyordu karın yüzeyinde.Uzaktan bir karartı bana doğru geliyordu.
Kar yağıyordu.Durmadan kar yağıyordu.