2008 Sarı Yazma Kültür ve Sanat Festivali kapsamında bir de doğa yürüyüşü vardı. Sabahın sekizinde yola koyulduk. Cumhuriyet’ten Evrim Kaya rahatsız olduğu için motelde kaldı. Kafile başkanımız Kadir İncesu, ekipte kimler yok ki… Ulaş ve Güneş Gürpınar kardeşler, Arzu Uslu, Nesrin Aksu, Selma Gülbahar, İsmail Biçer, Sait Timur aynı arabadayız. Daha hareket etmeden Huriye Hanım geldi yanımıza. Tamam mısınız, dedi. Tamamdık, başka gelen yoktu.
Sabahın uyuşukluğu geçtikten sonra, açılmaya başlamıştık. Kadir İncesu, inceden inceye başladı takılmaya. Önce Arzu Uslu’ya takıldı. İşleri niye almadın yanına, yapılacak o kadar çok iş varken işin ne dağlarda? Saf ve temiz Arzu ciddi sandı. Başladı kendini savunmaya. Üstüne gidiyordu Kadir. Arzu o sırada Çınar Yayınları’nda staj yapıyordu. Başladı ağlamaya. Sevgili Arzu’nun gönlünü almak bana düşmüştü. Yüreği temiz Arzu, öyle safça anlatıyordu ki, ama Savaş abi, çok ciddi söylüyordu. Mizah aslında ciddiyetle yapılır, diyorum. Savaş hocam, çok iyisiniz ya, diyor.
Kadir, afacan bir çocuk gibi bulaşacak kişi arıyor. Bu kez Selma’ya sarıyor. Yahu kardeşim doğaya gidiyoruz. Kısa şortla dağa gidilir mi, diyor. Niye gidilmesin diyorum, demek ki selülozlarına güveniyor ki gidiyor, diyorum. Bir gülüşme kopuyor dolmuşun içinde. Kadir, yok hocam, ona selüloz değil, sentetik denir, diyor. Başlıyor gülmeye. Arzu yine konuya balıklama daldı. Hocam ya, ona selülit denmiyor mu? Deyince sazan sözleri havada uçuştu…
Yürüyüş yapacağımız yere gelmiştik. Huriye hanım, çevrede kene olabileceğini, paçaları çoraplara sokmalıyız, dedi. Kadir, Selma’yı gösterip paçası, çorabı olmayanlar ne yapacak, dedi. O anda birçok öneriler geldi. Nesrin’in elinde koskoca kamera vardı. Hem yürüyecek, hem de iş yapacaktı. Ulaş elinden düşürmediği fotoğraf makinesiyle çevreyi tarıyordu. Kardeşi Güneş ise suskundu. Film yıldızlarını kıskandıracak kadar güzel olan Güneş’e fotomodellik yaptırıp üç beş poz fotoğrafını çekiyorum. Kitap kapaklarımda kullanabileceğimi söylüyorum. Çok mutlu olurum, diyor. Yürüyüşe başlıyoruz. Ayaklarımızdan çok çenelerimiz çalışıyor. Yarım saatlik yürüyüşte kayalara tırmanıyor, sulardan geçiyoruz. Sık ağaçlık yerde yürümek zor olmuyor değil. Daha sonra dönüşe geçiyoruz…
Yine dolmuşlara binip başladık tırmanmaya. Bir köye gittik. Köyde köylü bacılar hamur açıyordu. Bir çeşit bazlama yapıyordular hep birlikte. Nesrin yine bunu kaçırmadı. Çalıştığı televizyon kanalına haber yapıyordu. Bu kez kendisi habere konu olacaktı. Aldı eline oklavayı. Başladı hamur açmaya. Hem hamur açıyor, hem de nasıl yapıldığını anlatıyordu.
Köylü kadınlar peynirli, patatesli bazlamalar yapıyordu. Bir de ilk kez yediğimiz cevizli, ballı bir tatlı yapıyorlardı. Onları afiyetle yedik. Sonra geçtik köy kahvehanesine. Çaylar geliyor, söyleşimiz demini buluyordu. Köylülerle konuşuyoruz. Nesrin her konuşmada kamerayı çeviriyordu.
İstemeye istemeye yola koyulduk. Bir mağara varmış oraya tırmanacaktık. Başladık yürümeye. Mağaraya varışımız tam bir saatimizi aldı. Arzu’nun ayaklarında sandaletler vardı. O günün kahramanıydı. Sandaletlerle zirveye çıkmıştı. Arada sırada yardım ediyordum. Islak kayalar bir buz pisti gibi kaygandı. Çalılıklar arasından orman meyveleri topluyorduk. Dağ elmaları küçük küçüktü. Ekşi bir tadı olan elmalar, susuzlukta ilaç gibiydi. Sandaletlerle Arzu kaymadı ama, spor ayakkabılarıyla ben kaymıştım. Arzu’nun çığlığını duymalıydınız. Aman Hocam, sözü kayalıklarda yankılandı. Size bir şey olsaydı, dedi sustu.
Hava kararırken Cide’ye dönüş için yola koyulmuştuk. Çok ama çok keyifli bir gün geçirmiştik. Kırk yıllık dostluğu yaşıyorduk, yüksek dağlardan inişe geçtiğimizde…