Adım; azize… Hani şu saçı uzun aklı kısa, elinin hamuruyla erkek işine karışma, eksik etek, aklı ermez, falan filan dedikleri kadınım. Rivayetimi duymayanınız var mıdır, bilemem. Tarihin kırıldığı yerden geliyorum. Oldum bittim tutamadım çenemi. Ne zaman konuştuysam türlü türlü eziyetler geldi başıma; yakıldım, diri diri toprağa gömüldüm, pazarlarda, evlerde haraç mezat satıldım vb. Yoruldum ama yılmadım. Zümrüdü anka misali küllerimden kendimi yeniden yarattım.
Benim için bir tek ağzı var dili yok diyemediler. Hala çok konuşurum. Saçımı kazıttıydım geçenlerde. Aklımı uzatmanın derdindeyim. Huyum yaş kalsın, tersine aktığım söylenir. Geçmişte çok dayak yedim bu yüzden. Yooo, korkmayın, uslanmadım. Dedim ya, hakaret, dayak, aşağılama, yok sayma… Vız gelir, tırıs gider… Hayatta kalmayı başardım ya. Berisi teferruat.
Sizden uzak olmasın, erken uyandım bugün. Rüyana mı girdi derler. İnanmayacaksınız ama evet, rüyama girdi. Rüyamda yazı yazıyormuşum. Tıkır tıkır hem de. Soluksuz dedikleri halden. Gözümü açtım. Bir koşu yazıp geleyim dedim. Bedavadan bir yazı çıkacak, umdum. Yanılmışım. Rüyamda görmekle olmuyormuş. Öyle ağırdan satıyormuş ki kendini hınzır. Sanırsınız yazı değil mübarek, sanki som altın üretiyoruz…
Düşünmekten beyin tasım çatladı. Tam da üç sözcüğü yan yana gelmeye ikna etmiştim ki, seyyar satıcı bitiverdi. Öğrencilerinin adını çığıran öğretmen edasıyla, tüm mevsim sebze ve meyvelerinin adlarını okuyup istersek para karşılığı onları bizlere verebileceğini terennüm edip duruyor. Kafamın içindekiler boncuk taneleri misali saçım saçım yerlerde. Topla toplayabilirsen. Ohh, satıcı gitti çok şükür. Sözcüklerimi ikna turlarına başladım yeniden…
Söyleyecem, inanmayacaksınız. Vallahi doğru, yeminle. Tam cümleyi yeniden kuracağım, yok artık. Benzer ses, sezonda olmayan tüm balıkları sıralamakta. Bu satıcı da yazı yazmaya uğraşıpta yazamadığımı anlamış gibi, evimize yakın bir köşede duruverdi. Canhıraş bağırıyor: Taze balık, taze balık! Ne yapmalı? Çıkıp rica etsem… Buradan size ekmek çıkmaz. Başka bir köşe bulun kendinize. Yazı yazmaya uğraşmaktayım. Bak sana da yararı dokunur. Belki işlerin açılır, desem… Ya inada bindirip olmayan balıklara da isim bulup saymaya koyulursa. Vazgeçiyorum. Beklemek en iyisi. Hem nebi Eyyüb deyil miydi, sabretmeyi salık verip kendisi sabırsız olan. Oydu, evet. Ben de az eyyübe sayılmam. Ya sabırr!
Seyyar satıcıları uğurladım. İş başındayım. Elimden geleni yapıyorum emin olun. Sorun şu ki ne yazmak istediğimle ilgili en ufak bir fikrim yok. İçi sayısız çocukla dolu olup da bir türlü doğuramayan bir kadını düşünün. O vaziyetteyim. Sabır, çıkacak, biliyorum. Olur öyle bazen. Geç olsun, güç olmasın.
Hah. Şimdi de kapı çalınıyor… Ben bir koşu bakıp geleyim…
Sevgili okur, müjdemi isterim… Boşuna çatlatmadık eyyübe taşımızı. Baksanıza, geldi valla. Martta aşk başkadır demişti masallar… Aynen öyle… Tanıştırayım; AŞK. Evet, yanlış duymadınız, aşk. Tanıyamamakta haklısınız. Yaralı. Kaşı, gözü patlamış, ağzından burnundan kan damlamakta. Çaldığı her kapıdan bir darbe daha almış, girmeye uğraştığı her kalpten tekme tokat kovulmuş. Vazgeçmemiş yine de. Umudunu karartmamış. Zemheri, ayaz, yağmur, çamur dememiş çalmış kapımızı. Buyur edelim gönül birliğiyle, yerleştirelim yürekbaşımıza. Ne dersiniz? Hem demez miyiz, kurtulursak, aşkla kurtuluruz, diye. Aha geldi işte.
“Hoş geldin aşk. Birlikte iyileşeceğiz seninle. Sen gelince anladık. Onca kişi seni beklemekteymişiz, haberimiz yokmuş. Bu yüzden sen gelmeden yazamıyormuşuz; sözcüklerimiz yollarda kaldı.”
Sevgili okur, izninizle ben son bir koşu, yollara saçılan sözcüklerimi toparlayıp geliyorum…
Aşk da geldi. Tam olduk. Bu sefer çıkacak.