Adem’in yanması!

Dünyanın en kadim kentinde gökyüzünü koyu bulutlar örtü gibi kaplamıştı. İçine kapanan gökyüzünün o ağır kasvetinin ruh hali yeryüzüne inerek her şeyi kuşatmıştı. Uzun süredir hayatın acılarına, sıkıntılarına rağmen böylesine umursamazlık içinde kıvranan, olanları küçümseyen, tuhaf aldırmazlıkla karşılayan çokluklar görmemiştim. Böylesine umursamazlığı bir yaşam biçimine çeviren, büyük acılar karşısında anı romantik söylemlerle yaşayan kutsayan insan nasıl yaratıldı?

İnsanın kendini mahkum ettiği hayat bir tercih gibi görünse de  bunun ibni Haldun ‘un o ünlü sözü ‘’Coğrafya Kaderdir.’’ İnsan ruhuna bir kırbaç gibi iniyor. Ve zamanın yüreğine söylenecek , yeryüzüne utanmadan bırakılacak kelimeler sessizce kayıp ömürlerin kaderini taşıyor. Kendi karanlığını çoğaltan kalabalığın o itirazsız diline kendi bedeninin ateşiyle, dünyaya ve insanlığa, yanmış bir ten, acımış bir ömür, hayatı ıskalamış  umut bırakıyor.

Bizim hiç konuşacak dilimiz olmadı, başkasını anlayacak kelimelerimiz. Bu çöken karanlığı, bir çoğumuzun rüyasında, hakikatin de kadavrasına dönüşen ölümü kim yalana yaslanmadan hesabını vererek anlatacak. Hangi sözlerle anlatacak kayıtsızlık ormanından geçenler. Hangi  dilde bağışlanmayı dinleyeceğiz ve konuşacağız gerçekleri?

Duyuyoruz o acıyla kıvranışını, eriyen elbiselerin üstünden aşağı akmasını, bakışlarıyla ‘’bu sizin eseriniz ‘’diyerek acıyla gezinen o adamın, haykıramadığı  acısını. Ölümün alevi önce çocuklarının görüntülerini yakıyor  belleğinde, sonra solgun düşlerini, tek söz etmede ölüm saatini yalnızlığında tek başına ateşe veriyor yaşamını. Dünya yeniden yaratılmış gibi sessizleşiyor. Kimsenin bilmediği acıyla etrafına bakınıyor;üstünde eriyen  elbiselere,   son kez dünyaya, sonra ölümün o karanlık yüzünün sindiği  yüzlere. Onlarda ki telaş hala bir utancı gizlemek için kımıldıyor. Kim daha güçlüydü ki ölümden ve zamandan acının hakikati bu kadar açıkken.

Yere çöküyor acıyla, alevler sarıyor vücudunu, Yanık bir beden, beyaz toz maddeye bulanmış elbiseleriyle  bize sesleniyor‘’Duyasınız diye  beni’’ gizli sözü herkesin utancına dönüşüyor. O ölüyor. Gerçekler siyasetin o kirli sularında  kaybolup gidiyor.

aydınlık taşıyan bir tren gördüm,
fıkıh taşıyan bir tren gördüm, nasıl da ağır gidiyordu.
siyaset taşıyan bir tren gördüm (ne de boş gidiyordu)

Sohrâp Sepehri

 

‘’Çocuklarım aç, iÅŸ istiyorum anlamıyor musunuz? ‘’diye haykırıyor,bu çığlık duyuluyor. Herkese mezardan seslenir gibi sesleniyor. Yalanla, çarpıtmayla, siyasal çıkarlarla lekelenen hakikatin demlendiÄŸi çaÄŸdayız. Bir hakikati araÅŸtırmadan  salt birileri zor durumda kalmasın diye yapılan deÄŸerlendirmeler utancıyla sarsıldı evren. Merhametten, insanlıktan, haysiyetten bu kadar kopuk kurmaca gerçekliklerin üretildiÄŸi zamana tanık olmamıştı hayat. Bir düşünürün dediÄŸi gibi:‘’ Çağımızın… Tasviri nesneye,kopyası aslına, temsili gerçekliÄŸe, dış görünüşü öze tercih ettiÄŸinizden kuÅŸku yoktur…Çağımız için kutsal olan tek ÅŸey yanılsama, kutsal olmayan tek ÅŸey ise hakikattir.Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoÄŸaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın deÄŸeri artar, öyle ki bu çaÄŸ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.’’diyor Feuerbach.

Birbirini zor durumda bırakmak, köşeye sıkıştırmak, yapamadığını örtmek, topluma olmayanı buyurmayı, gerçekle oynayanların hakikatle ilişkisi olmaz.

Ah tutmaz belki bu zaman. Onun ah’ı ruhunuzu sarıp sarmalayacak. Bu kadim kent Adem’i Yanması hikayesiyle gastronomi kentin yüzüne ince bir küfür gibi inecek. Huzurlu musunuz ?

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir