Yazı dizisi ( 7 )
HRT daha sonra benim için bir dönüm noktası olacaktı. Zaten hafta da bir yıllardır program yaptığım HRT’nin ana haber bültenini sunmak tabi ki beni ürkütmüştü. Yapanlar bilir ikisi birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere program sunmak diksiyon istemeyen bir işti. Ancak bildiğimiz ana haber sunuculuğu diksiyon olmadan olmazdı. Ben ise diksiyondan habersiz biriydim. Bir yandan yaşadığım moral bozukluğu diğer bir yanda bu mesele beni düşündürüyordu. Teklif üzerinden birkaç gün geçmişti ki Cemil beyle bir araya geldik. TV Yönetim kurulu Başkanı Ferit şahin Bey’le de aram iyiydi ama görüşmeler Cemil Aktaş üzerinde yürüyordu. İlk buluşmada moral bozukluğumu ve diksiyon sorununu anlattım. Cemil bey Diksiyon sorunun bir çırpı da çözmüştü. Bana dönerek; “Sen haberleri bildiğimiz spiker üslubuyla sunmayacaksın. Sen haberleri anlatacaksın. Yorumlayacaksın. Hatta sana verilen haberin çıktılarıyla işin olmayacak. Tıpkı programda yaptığın gibi izleyiciyle sohbet edeceksin” demişti. Gazetecilik birikimim vardı. Siyasetin içindeydim. Güncel haberlerle her gün haşır neşirdim. Burası tamam. Ancak ana haberi sunmak beni yine de ürkütüyordu. Nasıl olacaktı? Başarabilecek miydim? Yüzüm televizyona oturacak mıydı? Biraz düşünme fırsatı istedim ve bir kaç gün sonra bir kere daha bir araya geldik. Benzer şeyleri konuştuk. Cemil bey yapabileceğimize inanmıştı ve beni inandırmaya çalışıyordu. Bir noktada buluştuk ve Ana haber bültenini sunmaya anlaştık. Hiç unutmam 2011 yılıydı. Ilık bir Eylül günü haberleri sunmaya başlayacaktım. 2011 yılı Eylül haftası çok hareketli başlamıştı. Bir yandan dünya Barış Günü etkinlikleri diğer bir yandan Suriye’de başlayan iç kargaşanın ilk günleriydi. Suriye’de başlayan o çatışmalar Antakya ve Defne’de büyük yankı bulmuş her gün protestolar, Suriye’de ki iç barışa yönelik eylemler yapıyordu. Ellerde Suriye’nin ve Türkiye’nin kardeşliğini işleyen posterler ellerde AK Parti Hükümetinin Suriye politikası eleştiriliyordu. Sokaklar her gün ama her gün doluydu. Sivil toplum Kuruluşu örgütleri sahada onlara 7’den 70’şe halk eşlik ediyordu. Yapılan eylemlere katılanların sayısı her gün büyüyordu. Bu eylemlere bende bir gazeteci olarak katılıyordum. 11 Eylül Pazar günü Maksim gazinosu civarında ki yeşil alanda toplanan kalabalık her dakika daha büyüyordu. Binlerce kişi vardı ve binlercesi daha geliyordu. Polis hiç olmadığı kadar önlem almıştı. Ben de oradaydım ve gazetem adına görüntü almaya yanı sıra bir sonra ki gün başlayacağım Ana Haber bültenine bilgi topluyordum. Sloganlar eşliğinde başlayan eylem bir anda kargaşa döndü. Polis çok sertti ve şartlanmıştı. Müdahale etti ve coplar havada uçuşmaya başladı. İnsanlar sağa sola kaçışırken onları bekleyen bir başka şey daha vardı. Bugüne kadar hiçbir Antakyalının görmediği tadını bilmediği bir şey; Biber Gazı. Evet bu önemli bir tarihti. Hatay Polisi Hatay’da ilk kez Antakya’da 2011 Eylül Suriye protestoları sırasında Biber gazının insanlar üzerinde ki etkisini denemişti. İnsanlar çil yavrusu gibi kaçışıyordu. Dönemin Milletvekilleri Refik Eryılmaz, Mehmet Ali Edipoğlu, Hasan Akgöl gibi isimler polisle görüşmeler yapıyor ancak fayda etmediği gibi kendileri de biber gazından nasiplerine düşeni alıyordu. Böyle bir dönemdi ve ben ana haber bültenlerini böyle bir günün ertesinde sunacaktım. Öyle de oldu. Biraz heyecan, biraz ürkek ve biraz da korkarak stüdyoya girdim. Aslında o stüdyoya yabancı değildim. Zaten program yapıyordum ancak Ana Haber başkaydı. Kamera çekime başladı ve ben o günü anlatarak ana haberi bitirmiştim. Duygularımı, yaşadıklarımı ve öfkemi o gün ekranlardan izleyiciye aktarmıştım ki; dönüşler muhteşem olmuştu. Haber sonrasında arayanlar, tebrik edenler ve elbette kızanlarda vardı. Ama anlamıştım ki her şey yolundaydı. Sonra ki günlerde de eylemler devam etti. Protestolar ve ben. Gördüğüm her şeyi yaşayarak ana haber bültenlerine taşıdığım o ilk günler. Siyasi analizler, hizmet kurumlarının beceriksizliğini bugün bildiğiniz tarzımla anlatıyordum. Dönüşler çok güzeldi. Suriye olaylarıyla geçen 2 yıl sonrasında 2013 Mayıs ayı Gezi Parkı olayları patlamıştı. Gündüz caddesi protestoların merkeziydi. Uğur mumcu Alanından kapalı Spor Salonuna kadar uzanan Gündüz caddesi mahşer alanına dönüyordu. Sloganlar eşliğinde insanlar orada toplanıyordu. Orada yatıp kalkanlar bile vardı. Barikatlar kuruluyor ve polisin müdahaleleri her gün yaşanıyordu. Ben de görevim gereği her gün oradaydım. Yaşadıklarımı tıpkı Suriye protestolarında olduğu gibi duygularımı katarak ve yaşayarak anlatıyor kızıyordum, bağırıyordum bazen sitem ediyordum. O tarihte ki bir polis müdahalesini anlatırken ‘Bunlar Türkiye Cumhuriyeti Polisi değiller. Türk Polisi bu kadar da zalim olamaz’ demiştim ki yıllar sonra o zulmü yapanların Türk Polisi olmadığı anlaşılmıştı. (FETÖCÜ polisler) daha sonra o dönem Emniyet Müdürlüğü yapan isim zaten FETÖCÜ olmaktan içeri alınmıştı. Sanıyorum ki halen içeride.
Suriye olaylarını anlatımımla tanınırlık oranı bir hayli yükselen ben Gezi Parkı olayları ile birlikte devam ettirdiğim o tarzımla tanınırlığım iki katına çıkmıştı. Artık cadde ve sokaklarda tanınıyor insanlar selam veriyor, tebriklerini veya eleştirilerini dile getiriyordu. Her şey yolundaydı. Kedimi iyice işime vermiştim. Gündüz Özyurt ve Günışığı Gazetesi akşam ise TV’deydim. İşte ki başarım açısından tam da ‘Allah’ın Yürü ya Kulum’ dediği bir süreçti. Zaman içinde bazı sorunlarda çıkıyordu elbette ancak yaşamım boyunca öğrendiğim bilgi ve birikimimle bunları aşıyordum. Tökezlediğim anlarda ise benim hayatımda önemli rol sahibi olan Cemil Aktaş yanımda oluyordu. Cemil benim menajerim gibi bir pozisyondaydı. Sakalımdan, giyimime, yemeğime, davranışlarıma kadar birçok şeyi ‘Ben Genel Koordinatörüm. Her şeye karışırım’ diyerek yarı esprili bir dille düzenliyordu. (Sağ olsun şimdiye kadar da böyle) Bir yandan bu işlerime devam ediyor diğer yandan ise kendi hayatımı düzenlemeye çalışıyordum. Evim yoktu, kiralık evde oturmayı ise hiç sevmiyordum. Ancak hayatın tamamı bir depo da kalarak süremezdi. O tarihlerde Kardeşim Heysem Amcam Adnan ile birlikte Çekmece ’de bir inşaata başlamışlardı. Amcama dedemden kalan parselde inşaat yapıp daire satacaklardı. Kısmet oldu ve oradan bir daire satın aldı. Borç harç, biraz peşinat ve biraz taksitle daire sahibi olmuştum. Hayatım artık biraz daha düzenliydi. En azından insan gibi yaşayabileceğim bir yerim olmuştu. Düzenli hayat başkaydı. O dönem de işimde de tavan yaptığım yıllardı. Birçok panel veya farklı etkinliklere konuşmacı olarak çağrılıyor ve tanınırlığım giderek yayılıyordu. Yurt dışı panellerine dahi davet ediliyordum. Antakya dışına çıkmamış ben, artık Almanya, Hollanda gibi ülkelere gidiyor ve orada konuşmalar yapıyordum. Öyle bir dönemde Dünyaca bilinen Ekşi Sözlük benim biyografimi yayınlamıştı. Biyografide ‘Kendine has üslubuyla Türkiye’nin en güzel muhalefetini yapan gazeteci’ cümlesini eklemişti… Yıllar akıp geçiyordu. 1998 yılının içindeydik ve 1999 seçimlerine az bir süre kalmıştı. Çekmece Belediye Başkanı Remzi Reyhanioğlu yıpranmıştı ama halen etkili birisimdi. Bana Meclis üyeliği için davet geldi. Karşısında ise Dr. Cafer Özenir aday olmuştu. Çekmece ‘de seçime yakın günler yaşanıyordu. Daveti kabul ettim ve 1999 yerel seçimlerinde CHP listelerdinden birinci sırada Meclis Üyesi adayı olmuştum. Yoğun iş programa birde siyaset eklenmişti. Çekmece’de şimdiki Muhtar Süleyman Oflazoğlu’na ait Çekmece caddesi üzerinde ki bir dükkânda toplantılar yapıyor seçim stratejilerini belirliyorduk. Gece gündüz ev ziyaretleri yaparak insanların gönüllerini almaya çalışıyorduk. Bazen bu ziyaretlere Başkan Adayı Remzi bey de katılıyordu. Seçimi alacağımızdan adım gibi emindim. Kendi aramızda ki konuşmalarda Meclis üyelerinin tamamını alarak ezici bir çoğunlukla seçimi alacaktık. Tüm ibreler bunu gösteriyordu. İnanmıştık. Çünkü rakip Çekmeceli değildi. Başka bir beldeden birinin seçim kazanması mümkün değil gibi görünüyordu…