“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu.” İşte bu ona dayatılan hayatın kölesi olan Gregor Samsa’nın her şeyin farkına varma anıydı.
Öncellikle ben kitabın bazı yönlerini saçma buldum. Örneğin; yıllarca onlar için, hayatını işine adayan sistemin çarklarının birinde kullanılmış bir vida olan kişiyi evden atmak istemeleri… Bu aslında gerçek hayatta da var, demiş olabilirsiniz. İnsanların işe yaramadığı zaman tüm emeklerinin çöpe atılması gibi… İşte, o zaman ben bu kitap yoluyla tüm insanlığı ve hayatı eleştirmiş olurum. Tıpkı kitabın cesur yazarı Kafka gibi!
İkinci olarak; bu kitaptan insanların bir kalıba sığmaya ne kadar zorunda olduklarını anladım. Çünkü öyle olmayanlar bir paçavra gibi atılıyor ve toplumun dışında yalnız, başarısızlıklarla dolu bir hayat yaşamaya zorlanıyor. Ancak eğer bir kalıba girerlerse Samsa gibi oluyorlar: Soyut bir şekilde yok oluştan da beterini yani kendisinin bile kendisinden iğrendiği bir insan haline geliyorlar.
Sonra Samsa’nın olan her şeyde kendi suçu olmadığını bilmesine rağmen kendini suçlaması çok üzücüydü. Kitabın sonunda evden kaçmaya çalışması ve bu uğurda ölmesi, kendi duygularımızdan gereksiz olduğu için kaçıp o duygu girdabında boğulmak gibi bir karma. Peki ailesinin o öldüğünde “Tanrı’ya şükür” demesi. Kalbim orda cız etti, Samsa bu sonu hakketmedi; o ilgi duyduğu o kızı tekrar görmeliydi, ailesine karşı çıkıp “sistemin güçlenmesi yolunda bir piyon olmayacağım” demeliydi patronuna kendisi ve onun gibi onlarca işçiyi sömürdüğü için bağırmalı, küfretmeliydi. Bunların hepsini içine atıp böceğe dönüşmemeliydi, bu onun hak ettiği son değildi. Onun gerçekten hak ettiği son içindekileri söylemekti.
Dikkat edin; belki yarın sabah uyandığınızda bir böcek olabilirsiniz ya da zaten olmuşsunuzdur.