Renkli ampullerin elektrik kablosuna dizili olduğu, aralarına kâğıttan yapılma fenerlerin asıldığı ve konfetilerin havada uçuştuğu sıcacık yaz ayları!
Sonrasındaysa kırık-dökük tahta masalar, yere düşmüş metal gazoz kapakları, cam kırıkları ve yırtık pırtık fener kâğıtlarıyla üzerine basılan konfetiler kalır.
O mutlu anlardan geriye kalan bu yıkık-dökük görüntüler de mutlu eder insanı ve bu silüetin tam karşılığı eylül ayıdır bence.
Hazan mevsiminin başlangıcı eylül!
Kimine göre de hüzün ayı eylül!
Ekose desen kapaklı reçel kavanozunun en mayhoşu düşsün kahvaltı sofranıza diyerek eylül ayının kerametine gelelim.
Yılın dokuzuncu ayı olup, otuz gün süren sıradan bir ay olmayıp, doğanın kendini yenilemek için sararıp solduğu, ekinlerin tamamen toplanmaya çalışıldığı, toprağın dinlenmeye geçtiği zamandır.
Sabahları hafiften çiğ düşmeye başlamışsa da bizim Çukurova’nın sarı sıcağının bitmediği, boynu bükük başak tarlalarının yerini beyaz çarşaf gibi serili pamuk tarlalarına bıraktığı mevsim gelmiştir artık.
Sırada bütün kutsal kitaplarda adı geçen, özgürlük ve barışı çağrıştıran, şifa kaynağı zeytin ağaçlarının toplanması vardır.
Akraba ve konu-komşudan oluşan toplama ekibi çoktan kurulmuştur zaten.
Defneyse bizim oralarda sadece Apollon’ un aşık olduğu güzel kız Defne değildir.
Bizim oralarda defne emektir, geçim kaynağıdır.
Olmazsa olmazlardandır defne.
Zeytinden sonra sıradadır.
Cildimizin bir yaprak gibi kuruduğu aydır eylül.
Üzerine defne sabunu kullanınca katrandan kaynaklı iyice kuruyuverir.
Bol su içerek nemlendirmek gerek.
Nasıl olsa yağmurun toprağa kavuştuğu mevsimdir artık.
Güneş ışıklarıyla kurusun diye evlerin damına serilen biberin, domatesin, salçaya dönüştüğü zamandır.
Çok sıcak yaz gecelerine karşı damlara serilen yatakların toplandığı, kurulan seyyar elektrik tesisatlarının korumaya alındığı zamandır.
Bereketin timsali narın, dört gözle beklendiği, kişk dediğimiz bir nevi tarhananın kaynatılmış bembeyaz patiskalar üzerinde kurutulduğu, kimyonun, kara biberin dövüldüğü, dikenlerine rağmen koparıp avuç içine alınca hemen eziliveren, kırmızıdan siyaha dönüşmüş mis kokulu böğürtlen zamanı.
“Eylülde Gel” şarkısını bütünlemeye kaldığımız lise yıllarında tek bir ağızdan söylediğimiz zamanların, öğretmenlerimizin tatlı sert bir dille “seni eylüle bırakırım” tehdidinin çok eskilerde kaldığı yaşlardayız artık.
Kulağımızı dolduran onca ses içinde ne tatlıdır o öğretmen sesi!
Herkesin her şeyi bildiği, sınıfta kalmak gibi bir yiğitliğin olmadığı bu dönemde, okulların sadece eğitime başladığı ay değil cehle karşı savaşın da başlatıldığı bir ay olsun.
Altın Portakal’lık filmlerin vizyona girdiği, ayakta alkışlanan sahne oyunlarının dört yanı sardığı bir mevsim olsun.
“Kendine iyi bak, beni düşünme” cümlesinin en layığını bulduğu aydır. Sonucu mu?
Gözyaşı.
Çünkü ayrılıklar başlar.
İşine, okuluna döner insanlar.
Ait oldukları bir ev varsa çalıştıkları topraklarda ter izi bırakarak, mevsimlik işçiler de döner.
Tabii ki gözler hep ayrılık dolmaz.
Bazen sevgi , bazen özlem dolar.
Gözyaşı, renksiz ve sıvı görünse de insani duyguların gözle görülebilen en anlamlı halidir.
Miktarı önemli değildir.
İki damla da olabilir, salya-sümüğe de karışabilir hatta hiç akmadan sadece gözleri parlatabilir.
Her şekilde ağırlığı aynıdır.
Sevdiğiniz birini o renksiz sıvıyla yakalayınca da merhameti ve sevgiyi yeniden sorgulatır.
Herkesin sağlıklı kalmaya çaba harcadığı bu süreçte gözyaşlarımızı biriktirmeyelim.
Bırakın dökülsün.
Akacak bir yer bulur muhakkak.
Ama sevinçten ama kaderin galip geldiği hallerde üzüntüden.
Hep mutluluk gözyaşlarınız olsun!
Eylül ayının tam ortasında da ben doğmuşum!
Daha ne olsun?
Her eylül sonunda, meçhul bir limana yelken açmış gemiye, beyaz bir mendil sallar gibi olurum.
Zaman hızlı.
Elimizi çabuk tutalım.
Turgut Uyar’ın dediği gibi;
Eylül toparlandı gitti işte!
Ekim filan da gider bu gidişle!