Yazmayı okumaktan bağımsız düşünemeyiz. Yazmanın temelinde çok okumak olduğunu düşünüyorum. Okuduklarımızdan yeni fikirler üretmek gerekir. Okumayan insan uzun süreli yazamaz. Çünkü dağarcığında yeteri kadar bilgi olmaz. Eğer okuyacak vaktiniz yoksa yazmak için de vaktiniz ve malzemeniz yok demektir.
Yazmak eylemi bir insanda doğuştan mükemmel halde oluşmuyor. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe, yazdıkça, zamanla olgunlaştıkça anlam kazanıyor. Şiir, hikâye, roman yazmak isteyenlere rehber olmak için bu işin ustaları nasıl yazıyorlar, onlardan birkaç örnek vermek istiyorum.
*
Ayşe KULİN
Herkes uyurken ben yazarım
Yazarken keşke kendimi kapatabilsem dış dünyaya. Dört çocuklu, sekiz torunlu, gündelik alışverişini kendi yapan, yemeğini kendi pişiren ama söküğünü dikemeyen herhangi bir kadınım. Herkes uyurken ben uyanırım ve saat 6 gibi yazmaya başlarım. 11’e kadar sürer bu. O vakitler bana aittir. Bazen akşam da yazıyorum. Her şart altında yazarım. Küçük bir dizüstü bilgisayarım var. Havaalanlarında, uzun otobüs yolculuklarında, her zaman her an her yerde üretebiliyorum ve gürültülerden kendimi ayırt edebiliyorum. Kafamı işime verdiğim zaman gürültü bana fazla dokunmuyor.
İlham perim yok. Hayatın içinde yaşayadururken tanık olduğum veya merak ettiğim tarihi olaylar beni romanların konusuna götürür.
*
Emine IŞINSU
Araştırma yaparım, notlar alırım
Ben umumiyetle yazarken, bir sene boyunca, yazacağım roman hakkında araştırma yaparım. Bilgiler edinir ve bir deftere kaydederim. Bilgiler çoğaldıkça karakterlerim ve olaylar doğmaya başlar. Onları da defterime kaydederim. Aldığım bilgilere göre küçük küçük sahneler yazmaya başlar ve bunları da not ederim. Bir sene gibi bir süre geçtikten sonra bir gün gönlüm, ‘Artık yazman lâzım’ der. Daha fazla duramam. Allah’ın izniyle başlarım. Arada önceden yazdığım sahnelerden çok faydalanırım. Hepsini değil belki ama büyük bir kısmını romana geçiririm; tabiî biraz değiştirerek…
*
İnci ARAL
İlk 30 sayfa önemli
Şiir, öykü ya da roman yazmak isteyenler öncelikle çeşitli sanal ya da baskı dergilere üye olmalı. Edebiyat gruplarıyla takılmalı. Bu, işin sosyalleşme, adını camiaya az çok da olsa duyurmanın yolu. Ama tabii ki, kitabı yazma kısmı çok göreceli…
Ben, öncelikle fikri kafamda tasarlar sonra notlar almaya başlayıp üzerine yoğunlaşırım. Bu yoğunlaşma, tabii ki bazen yıllar sürebilir. Kafamda her şeyi tasarlarken anlatacağım konu üzerine kitaplar okurum. Hem tekrara düşmemek için hem de anlatılmış şeyi ‘ben nasıl anlatırım’ diye bakabilmek adına… Bu sırada kendi sesimi bulmaya çalışırım. Ardından yapıyı oluşturur ve kendime sorarım; “ne anlatmak istiyorum” diye. Cevap bulamadıkça süreç uzar. Ve cevabım, her zaman tek cümle olur. Böylece konuya kuşbakışı bakarım. Ardından yol haritamı çıkarırım; zaman, mekân ve kişiler oluşur. Ve temel atma kısmı, yani ilk sayfaları yazmak gelir. İlk 30 sayfa çok önemlidir. Romanın tüm verileri ortaya çıkar. Aynı metni 30 kez yazdığım olmuştur. Sonrasıysa, temeller iyi atıldığı için çözülüp gider.
*
Nedim GÜRSEL
Yazmak demek ter dökmekle eşanlamlı
Edebiyatın her türünde 40 kitap yazmışım.
Bu bir alışkanlıktan öte, disiplin ve çalışma anlamına geliyor.
Kurmaca alanındaki tüm kitaplarımı, yani roman ve öykülerimi elimle yazdım. Sonra babamdan kalma Remington daktiloda, karbon kâğıt marifetiyle, temize çektim. Derken bilgisayar çıktı mertlik bozuldu. Ne var ki ben elle yazmaktan hala vazgeçmiş değilim. Yazmak demek benim için halâ beyaz kâğıdın karşısında ter dökmekle eş anlamlı.
“Nerelerde yazarsınız” sorusunu yıllar önce sorsaydınız “her yerde” diye yanıtlardım. Ne var ki bir süredir Paris’deki evimde yazıyorum. Ya da Kavacık’taki, Boğaz manzaralı çatı katında. Anadolu Hisarı’nda aileden kalma, bahçe içinde, denizle içiçe bir evimiz vardı. Satıldı. Boğazkesen’i o evde yazdım. Resimli Dünya romanımıysa Venedik’te Correr Kitaplığı’nda ya da bir süre kiraladığım karanlık bodrum katında. Öykülerimi, genelde, Paris kahvelerinde yazarım.
*
Pınar KÜR
Hayata itirazınız olmalı
Herhangi bir öyküye (şiir ve deneme dışındaki tüm edebiyat eserlerine) başlarken fikirden değil, insan ya da olaydan yola çıkmalısınız. Fikirden yola çıkarsanız kurur kalırsınız. Eseri bitirseniz bile hayatiyeti eksik kalır.
Yaşadıklarınızdan elbette esinleneceksiniz ama yaşadıklarınızı olduğu gibi kaleme alırsanız bu, edebiyat olmaz. Yaşanan olaylar hayal gücünün süzgecinden geçirilerek dönüştürülmelidir. Bunlara anlam yüklenmelidir. Yaşamla edebiyatın en önemli farkı, ikincisinin anlamlı olması zorunluluğudur.
Edebiyatçı olacaksanız, hayata bir itirazınız olmalı. Bir şeylere karşı çıkıyor olmalısınız. Hayatla ve çevrenizle barışıksanız ve kaleminiz iyiyse, reklam ya da dizi yazarı olarak çok para kazanabilirsiniz ama, edebiyatçı olamazsınız.
Hepsinden önemlisi, yazmaya niyet bile etmeden önce ‘çok çok çok’ okumalısınız. Popüler kitaplar değil, edebiyatın başyapıtları bol bol okunmalı.
*
Peyami SAFA
Yazarken sakin bir ortamda yalnızlık ister
Yazı yazarken gürültüden hoşlanmaz, yalnızlık ister; bilhassa gece yazmayı sever. Düşünürken veya yazı yazarken kendisine bir şey sorulursa müthiş canı sıkılır. Kahve ve sigara içer. Yazdığı kâğıtlar muntazam ve temiz olmalıdır. Bilhassa roman yazarken defterin en iyisini seçer.
Eseri evvelâ zihninde hazırlar. Uzun uzun düşünür. Ama müsveddeler bile temiz çıkar. Fakat bu, onu tatmin etmez. Bir pasajı kırk defa yazdığı olmuştur.
*
Ahmet ÜMİT
Cesur olmak şart
Edebiyat dünyasına kalıcı bir eser bırakmak için özgün, biricik olmak şart. Bunun birkaç yolu var. Öncelikle, bakış açınızın çok gelişmiş olması lazım. Sizden önceki bütün literatürü bilmeniz şart. Yoksa, Amerika’yı yeniden keşfedersiniz. İkincisi, çok cesur olmak lazım. Farklı şeyler her zaman saldırıya maruz kalabilir. Mesela ben, 96’da ‘Sis ve Gece’yi yazdığımda ilginin yanı sıra tepki de gördü. Polisiyeyi edebiyat olarak yazacağım dediğimde çok tepki aldım. Bunlardan asla yılmayacaksınız, inandığınız şey için kararlılıkla yürümeniz gerekir. Örneğin Picasso, klasik resimler yapamaz mıydı? Ama yapmadı. Kendi tarzını yarattı. Dışlansa da 20. yüzyılın en büyük ressamı oldu.
Yazarlar farklı yöntemlerle çalışabilir. Benim, önce fikir gelir aklıma. Örneğin ‘Sultanı Öldürmek’ adlı son romanımdan yola çıkalım… Fatih Sultan Mehmet var eserde ve ben onun hakkında uzman değilim. Hakkında yazılmış tüm kitapları okudum. Bu da neredeyse bir yıllık bir araştırma süreci demek. Eser Edirne, Bursa ve İstanbul’da geçiyor. O şehirleri gezerim. Tüm detayları incelerim. Notlar tutar, fotoğraf ve film çeker, insanlarla röportajlar yaparım. Bu sırada kurguyu da oluştururum. Yazma süreci de en az bir yıl sürer.
Eğer yazarken takılırsam bırakırım. Sosyalleşirim. Zorlamam. Eğer yine devam edemiyorsam, sıkıntı var demektir. Kurguda değişiklik yaparım. Başlarda hayatı es geçmem. Sadece sonlara doğru kendimi kitaba çok kaptırırım.
Başlangıç zordur. Üslup belirlenmeli. Dili oturtmak için karakteri ya da hikâyeyi çok iyi hissederseniz, zaten her şey gözünüzün önünde canlanır. Sahnenin ruhunu hissederim ve zaten o zamanda dil kendiliğinden ortaya çıkar.
Final de çok önemli. Roman bittiğinde uzanırım ve eşim kitabı sesli olarak okur.
Dinleyince yanlışlar ve dildeki akıcılık daha iyi anlaşılıyor.
*
Dilaver CEBECİ
Şiir yazarken doğum sancısı gibi sancı çekermiş
Okulda dersi olduğu gün çalışmasını akşam yapar ve gece geç vakitlere kadar sürermiş. Eğer okulda dersi yoksa gündüz de odasına çekilir ve yazılarını yazarmış. Ara sıra kendisine çay molası verirmiş.
Şiir yazmanın onun için belli bir mekânı ve zamanı yokmuş. İlham her yerde bulunur. Vapurda, trende, evde, istirahat ederken vs. Mesela bir şiirini İstanbul’dan Ankara’ya giderken trene bindiğinde başlayıp vardığında bitirmiştir. Bir başka şiiri yazarken de bir mısraın yerine uygun olmadığı için bir sene beklemiştir. Şiir yazarken, aynı doğum sancısı çeker gibi bir sancı çektiği, fakat bitirdikten sonra doğum yapmış bir kadının rahatlaması gibi rahatlarmış.