Çocukluğumuzun Antakya’sında anneler, günün ilk ışıkları ile akşam yemeğini ocağa koyar daha sonra bahçe kapılarının önünü süpürür, sokağın içinde toz kalkmasın diyerek su serperlerdi. Kapı önüne dizdikleri bitmiş yağ veya helva tenekelerine ekilmiş ıtır, fulya, karanfil gibi mis kokulu çiçeklerin sulanması ve bahçenin beton zeminli kısımlarının yıkanmasından sonra, evin içini toparlamaya dalar, kemikten yapılma tarakla saçlarını taramaları akşamı bulurdu.
Sofralarına hep sevgi katabilen, pişirdiği yemeğin beğenilmesi dışında beklentisi olmayan bol kepçeli annelerimiz!
*
Ne zaman mercimek çorbası pişirsem büyük annemin, büyük dedemin at sırtında Mısır’a gittiğinde getirdiğini söylediği bakır tencerede pişirdiği çorba gelir aklıma. Soğusun diyerek yeni kalaylanmış yayvan tepsiye döker, biz torunları hastalanmayalım diye de yaz mevsiminde güneşte kurutup, bol defne yapraklarıyla, teneke veya tahta kutuya sıkıca dizdiği incirlerden koyardı yanına. Çorba, o anda bahçedeki ağacın dalından koparılmış bol limonludur muhakkak.
Bembeyaz elleriyse kendi pişirimi defne sabunu kokardı hep…
*
Raflara dizdikleri rengarenk turşu ve reçel kavanozları ile giydikleri basmanın alı al moru mor renkleri dışında mutlulukları olmayan annelerimiz!
Yüreklerindeki kırıklıkları gizleyip, bizleri sarıp-sarmalamak adına her daim dimdik ayakta olan annelerimiz!
Hayatımızın ters giden anlarında “eksik öğrettin” diyerek en kolay suçladığımız, diliyle değil yüreğiyle seven annelerimiz!
Cenazede ağlayıp, düğünde eğlenmesi istenen, sevinçlerinde sadece baş örtülerini düzelten, çaresizlikte dizlerine vuran annelerimiz!
Evin bacasının hüzün mü-sevinç mi tüttüğü konusunda ilk yargılanan annelerimiz!
Yırtıldı mı yüreğimiz, iğne-iplikle koşan annelerimiz!
*
Benim annemi, bir şarkı, bir türkü, güzel açan bir çiçek iyileştirmiştir hep.
Babasını kaybettiği 1980 yılının ağustos ayında, bahçe kapısından eve hep mutlulukla koşan annem, hüznüyle yavaşladı birden. Bir tek o zaman kaygılanmışımdır O’nun için.
Televizyonda izlediği bir yapım veya okuduğu bir haberle ilgili yeterli bilgiye ulaşamayınca, “sen benim ansiklopedimsin” diyerek arayan annem, geçen günlerin birinde televizyon ekranın sağ alt köşesinde yazılı program ismini heceledi telefonda : “ Da-vid Garrett Ve-ro-na Konseri…Aç izle…Şahane”…
O’nun sayesinde öğrendim günümüzün keman virtiözü olarak adledilen David’i…
Okula hiç gidemeyen şanssızlardan biri olup, çocuklarının okula başlamasıyla beraber okuma-yazma öğrenen, halen günlük okumalarını aksatmayan, her işini kimseye müdana etmeden yapan annem!
*
Söylemleri kulak arkası, istemleri gözardı edilen ve inkar edilemez bir gerçek olan “Cumartesi Anneleri” de var bu ülkede. 892 haftadır cumartesi günleri meçhul şekilde kaybolan evlatlarını bulmaları için devlete seslerini duyurmaya çalışan anneler…Buna eylem demiyorum ben. Burada bir durum değiştirme söz konusu değil çünkü.
Sadece kanunen suçlu veya suçsuz evlatlarının bedenini arıyorlar.
Anadolu ‘da , acılarını öpüp başlarına koyması veya avuçlarıyla toplaması öğretilen bu analardan nasıl korkulur?
Hepimizin aynı anadan geldiği söylenen bir dünyada bu ayrım olmamalı!
Yitip giden çocuklarımızdan sonra romantizmini kaybeden “Gezi Hareketi”‘nin, kuytu köşelerde ağlayan anneleri de var bu ülkede.
Hz. Ali, “Kadınlar, reyhandır. Koklayın. Kırmayın” der. Ali Amcam öğretmişti. Başka söze ne hacet!
Cemal Süreya’da “sevmek uzun kelime” der. O uzun kelimeyi de ne bir dost, ne bir sevgili kurabiliyor bence. Anneler yazıyor!
Dualarıysa hep üzerimizde.
*
Günlerden bir gün kargaya sormuşlar, “dünyanın en güzel çocuğu kim?” diye. O’da gitmiş kendi evladının dalına konmuş. Çocuklar içinde annelerinin yüzü, güneşe dönük gibi hep parlak, hep güleç, yaşlanan parmaklarda her daim parlayan yüzük gibiler.
*
Çocuk doğurmuş-doğurmamış, öğrenmeye açık, öğretmeye gönüllü, bizi, hatalarımızla kabul eden tüm cesur kadınlara gönülden selam olsun!
Gününüz kutlu olsun!