“Burası dünyanın oksijen çadırıymış.”
“Atom bombası atılsa, Kaz Dağları’nın eteklerine radyasyon ulaşmazmış, öyle diyorlar.”…
***
Akçay Meydanı’ndaki Çoban Kızı Heykeli’nin kenarına oturmuştu. Sırtı Kaz Dağları’na, yüzü denize dönüktü. Çoban Kızı’nın elindeki testiden akan su, küçük zerrecikler halinde etrafa dağılıyor, kırlaşmış saçlarına, bıyıklarına, sakallarına fiskeler vuruyordu.Elleri, parmakları da nasibini alıyordu serin sulardan.
İskelenin sol tarafında, kıyıdan 10- 15 metre açıkta, denizden kaynayan suya takılı kaldı gözleri. Körfezin ılık sularında yüzerken, soğuk bir yılan gibi sarılırdı insanın bedenine, buz gibi sular. Yıllar önce, buzdolabının çok da yaygın olmadığı zamanlarda, deniz kıyısındaki gazinoların önünde birer küçük havuz vardı. Soğuk su ile dolardı o havuzlar. Gazino sahipleri bu havuzların içine kavun, karpuz, domates, salatalık, biber, maydanoz, roka atarlardı. Canlı kalırdı sebzeler, meyvalar. Havuzun kenarında oturup Papalina yiyen, rakı içenlere de ayrı bir göz zevki olurdu.
O yılları düşündü. Düşünüp bıyıkaltı gülmsedi. O yıllardaki Akçay’ın daha bir güzel olduğu geçti aklından.
Gözlerini kaldırdı sonra. Daha ötelere, Akçay Körfezi’nin karşı kıyısındaki Burhaniye’ye, Ören’e baktı. Kendini zorlasa Ayvalık’ı, Cunda Adası’nı görecekti sanki. Ahtapot Salatası’yla, Deniz Böğrülcesi’yle rakı içecekti, günbatımına karşı. Sarımsaklı Plajı’nda denize girecek, nefes nefese kalana kadar kulaç atacaktı…
Ağır ağır kalktı yerinden. Sol yanındaki çay bahçelerinin önünden yürüdü. Denize bakan banklarda, birkaç sevgili oturmuş, kollarını birbirinin omuzuna, beline dolamış, sonbaharın tatlı güneşiyle aşklarını fısıldıyorlardı. Gelecekleriyle ilgili planlar yapıyorlardı…
Otobüs terminalinin yan tarafındaki sokağın ucuna geldi. Kaldırımın kenarına oturmuş, köyünden, bahçesinden toplayıp getirdiği, yazın son meyva ve sebzelerini pazarlamaya çalışan köylü kadınları izlemeye başladı. Sadeliği, doğallığı, insan sıcağını, alın terini, el nasırını, emeği gözledi.
Elde şişelenmiş nar suyu, kekik suyu, zeytin yağı görüntüleri, Ege’ye özgü bir tablo gibi duruyordu. Küçük bez torbalarda kuru fasulye, nohut, böğrülce, mercimek gibi baklagiller, hemen yanlarında defne sabunları, nerede olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu kendisine.
Karşı kaldırıma geçti. Doğru bir açı bulmaya çalıştı kendine. Güneşi, ışığı iyice hesaplayıp, köylü kadınların doğallığını bozmayacak bir sessizlikle fotoğraf makinesini indirdi omuzundan. Gözüne yaklaştırıp objektifi ayarladı. Kaldırım kenarına dizili tüm kadınları, sebzeleri, meyveleri, zeytinyağı, kekik, nar suyu şişelerini, mercimek, nohut, kuru fasulye, böğrülce torbacıklarını aldı görüntüye. Sağ elinin işaret parmağını, yılların verdiği deneyim ve ustalıkla deklanşöre bastı…
Ertesi sabah, filmi banyo için verdiği fotoğraf stüdyosuna gitti. Çekerken heyecan duyduğu görüntülerin kartlara yansımasını merak ediyordu. Bir başka deyimle, renklerin ölümsüzleştiğini görmek istiyordu.
“Hoş geldin ağabey” dedi, stüdyodaki genç adam.
“Hoş bulduk. Benimkiler hazır mı?”
“Hazır ağabey. Beni uyandırmadın. Az kalsın renkli film diye banyo yapıyordum. Siyah- beyazın tadı da bir başka hani!…”
“Sana verdiğim film siyah- beyaz mıydı?..”
Adı gibi biliyordu. Renkli film vardı fotoğraf makinesinde. Üstelik de, daha iki gün önce, yine kendisinden almıştı filmi.
Stüdyodaki adam bir tuhaflık sezdi ya, “usta” dediği, yaşına da saygı gösterdiği için çok durmadı üstünde..
Kendisi de şaşkındı. Yıllardır deklanşöre basan ve hiç titremeyen parmakları titremeye başladı. Elindeki zarf da titriyordu şimdi. Zarfı, kapalı olan yanından tutup, içindeki fotoğrafları cam tezgahın üstüne boşalttı. Birbirinin üstünden kayan fotoğraflar, bilinmez bir elin şekilli dağıtımı gibi, tek tek görülebilecek biçimde yayıldı camın üstüne…
Ne söyleyeceğini bilemedi. 36 pozluk filmin tamamında; Saat Kulesi, İstasyon Oteli, Eski Gar Binası, Kapanca Sokağı, Portakal Hafız Konağı, Saatçi Ali Efendi Konağı, Eski Gümrük Binası vardı. Karlı bir kış günü, çınarların arasındaki demiryolundan, dumanını savura savura süzülüp geliyordu Kara Tren…
Stüdyodaki adamın yüzüne bakmadan, fotoğrafları topladı. Parasını ödeyip çıktı stüdyodan.
Geçerken otobüs terminaline uğradı, ilk giden otobüsten İzmit için bir bilet aldı Cemal Turgay…