FOTOĞRAFLARDAKİ DUYGU
Gülümseyerek yaşama iz bırakan insanlar vardır. Edebiyatçıları fotoğraflayan bir tutkun, söyleşileri “Dile Gelen Kalem” adıyla kitaplaşan, yaşama tatlı gülümsemeleriyle iz bırakan bir değerimiz bu haftaki söyleşi sayfamın konuğu. Doğrusunu yazmak gerekirse biraz heyecanlıyım. Edebiyatımızın güzide değerleri ile söyleşi yapan Kadir İncesu dostumuza soracağım soruları seçmekte biraz zorlanacağımı düşünüyorum. “Fotoğraf da edebiyat da bana nefes aldırıyor” diyen fotoğraf sanatçısı Kadir İncesu ile İstanbul Kitap Fuarı’nda tanışmıştık. Keyifli bir söyleşi olacağını düşünüyorum.
Edebiyat tutkunu ve fotoğraf sevdalısı bir dost olarak biliniyorsunuz. Yaşama merhaba dediğiniz andan itibaren dünyada nasıl bir iz bıraktınız? Sizi biraz yakından tanıyabilir miyiz?
İstanbul doğumluyum… Lise yıllarında Ali Sami Yen Stadı’nın kale arkası tribünlerinden, Galatasaray maçlarında fotoğraf çekmeye başladım, bir daha da vazgeçemedim. Fotoğrafa ve edebiyata olan tutkum hiç azalmadı. Söyleşi ve yazılarım Evrensel, Evrensel Kitap, Cumhuriyet, Cumhuriyet Kitap, Yurt Kitap, BirGün, BirGün Kitap, Varlık, Berfin Bahar, Kar, Tay, Şehir, Kurşun Kalem, altıyedi, Yaşam Sanat, Kıyı, Gazete Kadıköy, Sanat Yaprağı’nda yayınlandı. www.arguvanhaber.com’da köşe yazıları yazıyorum. Söyleşi ve yazılarım ile fotoğraflarım çeşitli derleme ve armağan kitaplarda yer aldı. Bugüne kadar her daim örnek aldığım Güngör Gençay ile “Maviden Yeşile Naci Girginsoy” (Gerçek Sanat Yayınları, 2010), Osman Bozkurt ile “Güngör Gençay’ın Ardından” (Usar Yayıncılık Mayıs 2013), Osman Bozkurt ve Çağlar Mirik ile “Bülent Habora” (Yar Yayınları Nisan 2014) adlı kitapları hazırladık. “Dile Gelen Kalem” bugüne kadar yaptığım, bazıları çeşitli yayın organlarında yayınlanan söyleşilerin bir bölümünü içeriyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve BESAM üyesiyim… Kısaca böyle…
Çeşitli edebiyat etkinlikleri, şiir söyleşilerinde gönülden emek veriyorsunuz ve doğaçlama olarak edebiyatçıları fotoğraflıyorsunuz. Sizin yüreğinize nasıl bir mutluluk katıyor?
Her şeyden önce iyi bir okur olduğumu söyleyebilirim. O nedenle Kültür sanat etkinliklerini kaçırmamaya çalışıyorum. Orada bulunmazsam sanki bir şey eksik kalacakmış gibi geliyor. Ben olmasam da birileri o anları fotoğraflamalı… Heyecan, coşku ve aklınıza gelebilecek pek çok olumlu duygu ile doluyorum.
Usta yazar “Aşkın ve Ateşin Sözcüsü” rahmetli Burhan Günel Ağabeyimin vefatı ile daha önceden kendisini çektiğiniz fotoğraflar dikkatimi çekti ve sizi takip etmeye başladım. Bazen bir fotoğraf çok şey anlatır. Çektiğiniz fotoğraflar sizinle konuşuyor mu? Ya da siz konuşuyor musunuz?
Aaah Burhan ağabey… Hem insan olarak hem de yazar olarak çok sevdiğim birisiydi. “Sonsuz Aşkım Hatay” için Cumhuriyet kitap ekinde yayınlanan bir de söyleşi yapmıştık.
Özlüyorum Burhan ağabeyi… Gülerken bile hüzünlüydü… Zor bir soru. Onlar da benimle konuşuyor, ben de onlarla… Az önce dediğim gibi, fotoğraftaki duygu benim için çok önemli… Hüzünlü fotoğraflar da var arşivimde… Gülümseyen fotoğraflar da… Bir süre sonra çekildiği anda hangi duyguyu hissettirirse hissettirsin hepsinin karşılığı hüzün oluyor sonunda… Çektiğim için üzüleceğimi düşündüğüm anlardan uzak duruyorum. Bir nevi koruma kalkanı belki de… Geçenlerde bir tiyatro yönetmeni arkadaşım şöyle bir değerlendirmede bulundu: “Abi, senin için fotoğrafta duygu önemli, sen duyguya bakıyorsun.” Doğru…
Dile Gelen Kalem söyleşi kitabınızı merakla, heyecanla okudum. Birbirinden kıymetli değerlerimizle özenle hazırladığınız söyleşiler bana da ışık saçtı. Edebiyatımıza ölümsüz bir eser kazandırdınız. Sizi kutluyorum bir kez daha. Söyleşi hazırlığınız hangi aşamalardan oluşuyor? Yaptığınız diğer söyleşileri de yayınlamayı düşünüyor musunuz?
Öncelikle düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Benimki bir nevi gönül işi… Bir iş olarak görmüyorum. Bu bakış açısı da çıkan sonucu olumlu etkiliyor diye düşünüyorum.
Söyleşi hazırlığı uzun sürüyor. Yeni bir kitap, biraz bekliyor önce… Okuyorum. Sonra önceki kitaplarını araştırıyorum. Okurken notlar alıyor, dinlenmeye bırakıyorum. Kafamda sürekli neler konuşabileceğimizi tasarlıyorum. Aldığım notlara son halini verirken, bazı bölümlere yeniden göz atıyorum. Bazen öncesinde yazarıyla kısa görüşmeler de yapıyorum. Sonrasında da yazılı veya karşılıklı olarak yapıyoruz söyleşimizi. Diğer söyleşilerin yayınlanma konusuna gelince; açıkçası yayın dünyasında söyleşilere pek yer yok. Alıcısı pek yok… Alıcısı demeyelim de… Meraklısı yok… Bir kitap oylumunda tek söyleşilerim de var. Şimdilik beklemede. Soran olursa, konuşuruz. Hiçbir yayıncı da maddi bir karşılığı olmayacağını düşündüğü kitabı yayınlamak istemez.
Güzel bir kitap, yanık bir türkü ya da bir film sahnesi sizi yaşadığınız anlara götürebilir. Her türlü zorluğa rağmen yaşamak ağır basmış. Azla yetinmiş ve sevdiğiniz işleri yapmışsınız. Fotoğraf çekmek yaşamınıza nasıl girdi?
KALE ARKASINDAN KİTAP FUARLARINA
Nebih öğretmenim bu sorunun yanıtı çok eskilerde, lise yıllarında… Sınıf arkadaşlarımla, 3 vasıtaya binerek yaklaşık 50 km uzaklıktaki Florya’ya Galatasaray’ın antrenmanlarını seyretmeye gittiğimiz günlerde… Önce antrenmanlarda, sonra Ali Sami Yen tribünlerinde devam etti bu heyecan… Kale arkasında koşuşturan foto muhabirlerini de izlerdim. Onların yaptıkları işten nasıl keyif aldıklarını görürdüm. Uzun süre devam etti böyle…
Unutmadan, ben de o dönemde Bağlarbaşı Spor Kulübü’nde lisanslı olarak futbol oynuyordum. Ümraniye Ortaokulu’nda aynı zamanda Türkçe öğretmenimiz olan takımızın Teknik Direktörü Ufuk Pak’tan çok şey öğrendim. Hem sporcu olarak hem de okumayı seven birisi olarak. Sonra bir gün, yaşadığım bir sağlık sorunu nedeniyle futbolu bırakmak zorunda kalınca, kendimi okumaya verdim. Takımım, arkadaşlarım çok girdi rüyalarıma.
Okumak, bu dönemde ilaç oldu. Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Victor Hugo… İstanbul Kitap Fuarına gitmeye başladım. Artık statlarda değil, kitap fuarlarında, edebiyat söyleşilerinde, toplantılarında fotoğraf çekmeye başladım. Fotoğrafa olan tutkumun kemikleşmesi ilerleyen dönemde oldu. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nda çalışırken 102 gün süren bir grev yaptık. Bu grevin her anını fotoğrafladım. Fotoğraf makinem her an yanımdaydı. Fotoğrafı ben kendim için çekiyorum. Beni mutlu ediyor o anı görüntülemek… Bu aynı zamanda zamanı durdurmak benim için… Babamın aramızdan ayrılışından sonra, albümde birlikte olduğumuz bir fotoğraf olduğunu görünce… Bu durum da fotoğrafa bakışımı etkiledi. O nedenle elimi korkak alıştırmadım. Her zaman birkaç kareyle halledebileceğim etkinliklerde bile yüzlerce fotoğraf çekmeye başladım. Bir süre sonra arşivim genişledi. Hiç ummadığım bir noktaya geldi.
Peki yazmak?
90’lı yıllarda başlayan edebiyat tutkum 2000’li yıllarda bir patlama yaşadı. Adnan Özyalçıner ve Sennur Sezer’in 4 kitaplık Emek Öyküleri seçkisinin yayınlandığı ilanını gördüm Cumhuriyet Kitap Eki’nde… Serinin üçüncü kitabı Grev Bildirisi adını taşıyordu. Ve biz de o sırada İstanbul serbest Muhasebeci Müşavirler Odası’nda grevdeydik. Grev Bildirisi kitabın sonunda olduğu için sondan başladım okumaya… Çarpıldım. Sonra kitabı bitirdim. Ertesi sabah gidip diğer kitapları da aldım. Seçkide Türk ve dünya edebiyatının değerli isimlerinin emek temalı öyküleri yer alıyordu. Bu dört kitaptaki öyküler beni o kadar çok etkiledi ki, o yazarların yazdıkları her şeyi okumaya -haliyle satın almaya- başladım. Okudum, okudum, okudum, okudum… Hala da okumaya devam ediyorum. Bu okumalar sonrası önce gazete haberleri geldi, sonra da söyleşiler… Söyleşiler konusunda Enver Ercan ve Güngör Gençay’ın desteklerini de unutmam mümkün değil.
Sizi detaylıca tanımak keyifli oldu. Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
Nebih Hocam size ve gazetenize ben teşekkür ederim. Özenle hazırladığınız soruları yanıtlamak benim için büyük keyifti.
ANNEME… BABAMA…
Kitabın adı konusunda da bir şeyler söylemem gerekir. Benim ilk andan itibaren kafamda başka bir isim vardı: “Babamın Sözü” … İlkokul sonları olabilir. Dört kişilik ailemizin tek çalışanı babamdı. Kolay değildi yaşam şartları… Akşamları işten gelen babamı kapıda karşılayıp cebinden gazeteyi alırdım. Birkaç çizgi romanın dışında kitap nedir bilmezdik.
Bir akşam defterimden kopardığım bir kâğıt parçasına “Emekli olunca her ay bir kitap alacağım” yazdım ve babama imzalattım. Babam emekli oldu, anacak bu sözünü yerine getiremedi. Yıllar sonra o yazıyı babamın bir defterinin arasında buldum. Bu nedenle kitabın adı “Babamın Sözü” olsun istemiştim. Osman Bozkurt ile yaptığım uzun görüşmeler sonunda bu ismin kitabın içeriğini tam olarak karşılamayacağı düşüncesi oluştu. Daha doğrusu beni ikna etti. Kitabın isim babası Osman Bozkurt… Kitabımı anneme ve babam adadım. Benim için çok önemliler. Annemle, ilkokul üçüncü sınıftayken ilk kez kitap alışımızı hatırlıyorum. Bir elim annemin elinde, diğer elimde kendi seçtiğim ilk kitabın –Pinokyo- olduğu çanta yürürken söylediği sözü hiçbir zaman unutmadım: ‘Az az oku, çabuk bitirme!’ Kim bilir, evin hangi ihtiyacından kısarak verebilmişti kitabın parasını canım annem…